16 Eylül 2013 Pazartesi

Ben Bu Hayatta Hep Rol Yaptım

Bu bloğu, bir köşe yazarı edasıyla "söylenmesi gereken şeyleri söylemek" için açmadım. İçimden ne geliyorsa onu yazıyorum hacı. Yazıyorum, çünkü toplum içinde bunları konuşamıyorum. Yalnız kalsam bile bu böyle. Ya yeteneklerimi kaybetmeye başlıyorum yavaştan, ya da başka bir şey var bu işin içinde. Kelimelerim sese dönüşmüyor anasını satayım. Çenemin yemek-içmekten başka bir fonksiyonu yok inan bana.

Tüm isyanımı buraya kusarken biraz olsun kendime geliyorum. Dert kabına dönüştürücem bu bloğu, haberin yok. Sırf sen okuyasın diye yazmadığımı anla istiyorum. Hani ben yıllarca A4 kağıdına yazılar yazıp kitapların arasına sıkıştırdım. Ama o arada ruhum da sıkıştı.

Ben bu hayatta çok iyi rol yaptım. Dertlerimi öyle bir sıkıştırdım ki yüreğime, her gülümsediğimde beni mutlu sandılar. İlkokuldan kalma bir tecrübem vardı. O yıllarda tiyatro etkinliği olduğunda listenin başına beni yazarlardı. Veliler bile yıl sonu müsamerelerinde kendi çocuklarını değil de beni izlemeye gelirlerdi.

Ben çok iyi rol yapardım moruk.

Rol gereği bazen selvi ağacı olup insanların yapraklarıma yazdıkları dileklerini gerçekleştirirdim. Bazen de "dede" olup öğüt dağıtır, teselli verirdim. Noel baba gibi hediye dağıtacak, oyuncak verecek bir zenginliğim yoktu.

Son sınıfta, hem etkinliklerde görev alıyor hem de en iyi liseye gitmek için sınavlara hazırlanıyordum. Sınavın ismini unuttum şimdi. KGS miydi, LGS miydi ne! Her neyse işte.

Yine bir gün deneme sınavından çıkıp koşa koşa eve gittim. Terler şakaklarımdan damlıyordu. Ama ben buzdolabındaki soğuk su şişesini kafaya diktim. Acele ediyordum o gün.  Yarın tiyatrom vardı çünkü. Sahneye çıkıcaktım. Yemeğimi çabucak yedim. Gücünü kuru fasulyeden alan Gazman'ı seyrettim. Çok hoşuma giden bir karakterdi. Süpermen gibi nedensiz bir gücü yoktu en azından. Daha gerçekçiydi. Neyse, o sırada çayımı da içip tepsiyi mutfağın orta yerine bıraktım. Piyesleri ezberlemeye koyulurken zili çalan babamın eve girmesiyle kanepeye uzanması bir oldu.

- Hanım, ruhuma nüfuz eden derin bir yorgunluk var, dedi.

Annem pek aldırış etmedi. "Bir soda iç geçer" demeye kalmadan babam uyuya kalmıştı. Onları rahatsız etmemek adına balkona geçtim. Piyeslerimi naralar atarak, nutuklar çekerek ezberlemeye çalıştım.

Gece 1,5'a doğru geliyordu. Birden mutfaktan bardak-çanak sesleri gelmeye başladı. Sesin geldiği tarafa gittiğimde babamı, suratı ve saçları çaya boyanmış, hareketsiz bir halde mutfağın ortasında buldum. 42 senedir yıkılmayan bir adamı, milimetrenin bilmem kaçta kaçı hacmine sahip bir beyin damarının kopması yıkmıştı. Anlayacağın beyin kanaması geçirmişti babam. O an ayakta  durmaya çalıştım duvarlara tutunarak. Titreyen ellerimle banyoya sürükledim sonra. Yorgunluktan elbisesini bile çıkartamamış adamın üzerine kovalarla soğuk su boşaltıyordum. Neden böyle bir şey yaptığımı da bilmiyordum. Belki kendine gelir diye umuyordum. O ise hayattan ümidini kesip sürekli şehadet getiriyordu. Bilinçle bilinçsizlik arasında gidip geliyordu. "Oğlum, buraya kadar" diyordu. O halde bile ince düşünceye sahipti lan. "Ölüyorum" bile diyemiyordu. 

 Beyin Tomografisi

Islak elbiselerini üzerinden çıkartıp eşofman giydirdik annemle. Sol tarafı tutmuyordu. Aşağıdaki daireden gelen birkaç komşunun yardımıyla arabaya bindirdik. Onlar Haseki Hastanesinin yolunu tutarken annem bana; "Sakın okulunu ihmal etme, yarın erkenden git." diye tembihledi.

O sabah okula gittim. Tiyatro sahnesinde yine o lanet olası "dede" rolünü oynadım. İnsanlara öğüt dağıttım, teselli verdim. Oysa teselliye en muhtaç  olan bendim. Kimse bilmiyordu bunu. Çünkü ben çok iyi rol yapardım. Her perde kapandığında sahnenin arkasına geçip hüngür hüngür ağlıyordum. Onlar beni duymuyordu. Kahkahaları arasında kayboluyordu hıçkırıklarım. En aşağılık rol benimdi. Nasıl bir çıkmazın içine girmiştim, anlayamıyordum.
Bu dünya müthiş bir kurgu içinde dönüyor hacı. Ve sen, sana verilen her rolü oynamak zorunda kalıyorsun. "Oynamıyorum" dediğin an dışlanıyorsun. Seni tutan bir şeyler elbette oluyordu.

Bazen buralardan uzaklaşmak istiyorum. Bağımlılıklarımdan kurtulmak istiyorum. Bıktım artık rol yapmaktan. Criss gibi doğaya bırakmak istiyorum kendimi. Ama bir türlü cesaret edemiyorum. Kelimelerim anlamsızlaşırken ben sadece cümlelerimi onunla yoğuruyorum. Ve diyorum ki;

"Özgür kalamadığını hiç düşündün mü? Seninle aynı havayı teneffüs eden insanlara bağımlısın. İşyerindeki yada okulundaki arkadaşlarına bağımlısın. Sokakta karşıdan karşıya geçerken bile trafik lambasına bağımlısın. Yeşil GEÇ, kırmızı DUR! Halbuki doğada bunlarla karşılaşman mümkün değil. Orada ne kol saatine muhtaçsın ne de PARAYA … Ne de trafik lambasına… Kariyer zırvalıkları da yok. Sadece sen varsın. Yapayalnız . Hayvanlar, çiçekler, böcekler… Her şey DOĞAL. ALLAH’ın yarattıklarıyla başbaşasın. Rol yapacağın kimse yok. Gökdelenler, kuleler yok. Sahi insanlardaki bu yükseklik tutkusu nedir? Kabına sığmamak nedir? “Benim binam 100 metre, senin ki 95 metre… Ben senden büyüğüm ” Bunun gibi komik saçma sapan replikleri eminim duymuşsundur. Bence insan hayatını sorgulamalı, tüm nedenlerini gözden geçirmeli… Bir şeyi yapıyorsa MUTLU OLMAK için yapmalı…"


Diceksin ki, "Seninki de dert mi Alken?"

Naapim! Bu da benim derdim.

13 Eylül 2013 Cuma

Görünmeyen İmparatorluk


Selam azizim,

O kadar uzun değil, yaklaşık 4-5 aya kadar gizli örgütlerin, kötülüğü organize eden elit tabakanın foyasını 'deşifre tadında' ortaya çıkartıyordum. Yukarıdaki başlığı kullanarak bir dizi yazı yazıyor, çalıştığım şirket elemanlarından tut da mahalledeki Gülefer teyzeye kadar herkese dağıtıyordum.
Bu organize kötülüğün ancak din ile yok edilebileceğini kafama kazımıştım. Başka bir alternatif göremiyordum zira. Ama bu "din" dediğim olgu tamamen geleneksel din anlayışının bir tezahürüydü. Yani "Bir mehdi gelse de ayaklarımızı yere sağlam bassak, bir İsa çıksa da Hristiyanların canını okusak!" diye dua edecek türden bişeydi.
O sıralar yazı yazmakla, dua etmekle de yetinmiyordum. Gün geldi, hem Mehdi'nin ve İsa'nın gelişiyle ilgili hem de gizli örgütlerin ifşasıyla ilgili  1-2 video hazırlayarak youtube'a koydum. Ama ertesi gün silindi. Tabii kıllandım ben. Neyse, bir müddet sonra tekrar yükledim, tekrar silindi. Hacı, bu olaydan sonra beni bir heyecan sardı ki anlatamam. Yerimde duramıyordum. Niye mi? Niyesi var mı?. La bi düşünsene! Bir-iki  video yüklüyorsun ve bunlar ertesi gün siliniyor, kasıtlı olarak siliniyor. Eğer ben sisteme karşı bir video yapmamış olsaydım, onun yerine Yıldız Tilbe'nin kliplerini paylaşsaydım trend olmuştu şimdiden. Doğru bir şey yaptığımdan silindi ve "doğru birşey yapmak" sevindirdi beni, dolayısıyla heyecanlandırdı. Onlar için tehlike arz eden bir şeyler yapıyordum belli ki. Bunu küçük bir olay gibi görme be moruk! Facebook'ta iki resmin silinse tedirginlikten, yaşadığın evi harabeye çevirirdin biliyorum seni...
Aslında yaptığım kötü bir şey değildi, iyi bir şey de değildi. Çünkü, gizli örgütleri deşifre etmeye kalkarken diğer taraftan Kuran'da adı geçmeyen, imâ bile edilmeyen Mehdi ve Deccal kavramlarını insanlara dinin gerçeği olarak göstermekteydim. İsa Peygamberin ineceği ile ilgili açık tek bir ayet yokken çağımızın alternatifi ve kurtarıcısı olarak görmüştüm. Bu kadar önemli bir konuda açık tek bir ayet bile bulunmaması ve rivayetlere terkedilmesi çok tuhaftı. Hayır hayır, ben dinimi zanla besleyemezdim. 
Geleneksel din anlayışı bu kadar çok kahraman çıkarıyorken benim Marvel şirketini arayıp buradaki dini fantastik kahramanları ilham kaynağı olarak kullanmalarını istemem abes olmaz sanırım. Bunu birgün yapıcam hacı.


Gerçekten Allah bizden göndereceği birini beklememizi ve bununla bir umut taşımamızı mı istiyor? Eğer Peygamberimizden sonra birinin gelmesi gerektiğini kafana takmışsan, ayetlerin anlamlarını kaydırarak Mehdi'nin ve Hz.İsa'nın gelişiyle alakalı onlarca ayet önüne serebilirim. Yok eğer sen Allah'ın ayetlerini mümince anlamak istiyorsan, beklenilecek kimsenin olmadığını anlarsın. Zamanla önce kendini sonra da yakınlarını düzeltmeye başlarsın. Şöyle bir ayet var azizim;
Size ne oluyor da Allah yolunda ve "Ey Rabbimiz bizi, halkı zulme sapmış şu kentten çıkar; katından bize bir dost gönder, katından bize bir yardımcı gönder!" diye yakaran mazlum ve çaresiz erkekler, kadınlar, yavrular için savaşmıyorsunuz! Nisa, 75

Ne dedi duydun mu?

 "Ey Rabbimiz bizi, halkı zulme sapmış şu kentten çıkar; katından bize bir dost gönder, katından bize bir yardımcı gönder!"

Gönderileceği beklenen bir kişiden yardım istenmiyor burada. Gönderecek olan kişiden yani zulüm dışında kalan ve köy kahvesinde sigarasını tüttüren ihsan amcadan, meclis kürsüsünden nutuklar atan deli Bekir'den, barış ve demokrasi laflarıyla geviş getiren Şükrü efendiden, aynanın karşısında ojesini tazeleyen Kezban ergeninden, tartışma stüdyolarında ahkâm kesen Rasim avukatından yardım bekleniyor. Hiç şüphesiz yardımı gönderen ve insanları buna vesile eden Allah'tır. Oysa bugünkü Müslümanlar oturduğu yerden Mehdi'yi, İsa'yı bekler oldu. Hristiyanlarla aynı kaderi paylaşarak dua ettiler. Hz.Musa'yı bekleyenleri de görünce artık ben bu hayattan soğudum...

He bu arada unutmadan, Nisa,75 yazıp gogıla gönder "mehdi, adnan oktar, harun yahya" etiketleri cebine gelsin. Arkadaşım, insan sırtında "ben" var diye ayetlerin anlamlarını kaydırarak "Mehdi'yim" imâsında bulunur mu?
                                                           Öyle yapma huylanıyorum...
Görünmeyen imparatorluk, ne gizli örgütlerin elit tabakası ne de hükümetleri elinde bulunduran ve medyada adı sanı duyulmayan zümrelerdi. Bu başka bişeydi. Zira gizli dediğin örgütler hep vardı ve gizli olan sadece taşıdıkları sembollerdi. Kısacası kötülük gizlisiyle açığıyla ortadaydı. Buna karşı cephe alan, sağlam bir vicdana sahip iyilik olgusu da hep mevcuttu. Ama yanlış giden birşeyler vardı moruk.
Bir bakıyorsun zalim bir lider ortaya çıkıyor. Ama bu zalimi destekleyen, zulmün çarkını yüzyıllardır çevirmeye hevesli mazlumlar topluluğu oluyor. Bir bakıyorsun şeyh diye birini meydana çıkarıyorlar. Elini eteğini öpen, olmadık kerametler giydiren, adeta tapınılacak canlı bir put haline getiren, bu şirkleriyle sevap kazanmaya çalışan cahiller furyasını gündeme taşıyorlar. Bitmiyor lan bunlar, gittikçe artıyor. Bir bakıyorsun, zamanla çoğalan hırsızlara müsamaha gösteren bir halk kitlesi var. Yalancı hatipler doldurmuş televizyon ekranlarını, radyo istasyonlarını, gazete köşelerini. Ama hâlâ bunlara saygıyı ve ilgiyi eksik etmeyen lanet olası milyonlarca kalabalıklar var. Bitmiyor bitmiyor. Canlı canlı insanlar öldürülüyor ve bunları çekirdek çıtlatırken seyreden insan sürüsü dolaşıyor yeryüzünde. Ve ben bunlarla aynı havayı soluyorum. Çıldırıcam elimde değil.
Bak 3 yıl oldu televizyon izlemeyeli. Evimde öyle bir haberleşme aracı olmadığı  için göz atma şansım da olmuyor. Ancak kulağımın östaki borusunu delecek kadar acı haberlerle doluyor beynim ve ben sadece kahroluyorum. Anlıyor musun beni?
Zan üzerine yaşıyoruz moruk. Tüm kötülüklerin ana noktası da bu sanırım. Zan yüzünden küsüyoruz. Zan yüzünden birbirimizi kırıyoruz. Zan yüzünden savaşlar çıkıyor. Zan  yüzünden farklı ideolojiler, cemaatler ve partiler oluşuyor ve birbirlerine düşman kesiliyorlar. Böyle otluyoruz hayatı...
Hatırlarsan, dedikodu da zandan ibaretti. Çekiştirmeler zannı doğuruyordu zira. Ama gel gör ki, ölü kardeşin etini yemekten tiksineceğimiz kadar zandan tiksinmedik. Zan bizi yaşatan, mutluluk veren ve ekmek getiren tek gerçeğimiz oldu. Zan bizi şirkin içinde boğdu. Ne dualarımız kabul görüyor ne de gözyaşlarımız ciddiye alınıyor şimdi.
Gel, sana ne anlatmak istediğimi tarihin surlarından bakarak kısa bir örnekle  anlatmaya çalışayım.
Yunan mitolojisinde Helious'un oğlu olan fırlama Phaeton, babasının koşu arabasını belli bir yörüngede koşturup, aynı yoldan süremeyince dünyadaki her şeyi yakıp-yıkan sonra da kendisi yıldırımlarla ölen bir veletti. Günümüzde bu hikaye her ne kadar masal ise de milattan önceki Yunan toplumunun çoğu bu tür masallara inanarak "İnsan Tanrılar"ın var olduğunu sanıyorlardı. Bunlara tapıyorlardı.  
Peki insanlar buna nasıl inanıyorlardı? Dünyanın çevresinde ve uzayda dönen  gökcisimlerinin bulunduğu mevkiden kaymaları,  büyük patlama sonucu karadeliğe dönüşmesi ve geride küçük takım yıldızları, kütlecikler bırakması dolayısıyla bunların bazen görünür olması insanları buna inandırmıştı. 
Takımyıldızı  
O dönemdeki yaşayan binlerce insan bu mitolojik olayların varlığına gerçekmiş gibi inanmış, "insan tanrıları"na koyun gibi tapmaya başlamışlardı. 

Tarih boyunca insanların çoğu, gerçek bilgiye ihtiyaç duymak yerine varolan bilgilere inanmaya ve bunlarla avunmaya yönelim göstermiştir.Günümüzden bir farkı var mı bu anlattıklarımın? Hayır, yok.  

Bu mitolojik verilerden sonra elimizde iki ibretlik veri kaldı moruk. Birincisi, zanla hiçbir yere varamayacağımız; İkincisi,  phaeton(fayton)la her yere varabileceğimiz :)
                               
Örneğin Pagan kökenli dine mevcut olan Hindistan ve Orta Asya'daki insanlar, "kuyruklu yıldızları ve yıldız kaymalarını" cadıların özel gecelerde uçtuğu, süpürge üstünde gezindiği şeklinde yorumluyorlardı. Bunun örneklerini birçok çizgi filmlerde görebilirsin.
 
Öyle ki, o dönemdeki insanlar kendi mantık çerçevelerine göre olayı açıklamaya ve insanları hikayelerle kendilerine çekmeye çalışıyorlardı. Ama daha çok onları korkutmak, etkisi altına almak ve itaat ettirmek için bunu yapıyorlardı. Bunda da çok başarılı olmuşlardı. Nitekim yıldız kaymasını, bir cadının süpürge üzerinde gezmesinden kaynaklandığını söylemek ne yıldızdan ne de yıldız kaymasından haberdar olan insanlar için inkar edilmesi mümkündü. Hele çoğunluğa inanan bir topluluk psikolojisi mevcutken bu fevkalade zordu. 

          
Kezban Potter
Bak moruk, oradan bakınca gerçeği öğrenmek çok kolay görünüyor biliyorum. İnsanlara zan içinde yaşadıklarını ve gerçeği göremediklerini kabul ettiremezsin. Çünkü lanet olası kibir tasmasını boyunlarında dolaştırmaktan zevk alırlar. Okuduğu okulların, gördüğü eğitimlerin kendilerini cahilleştirdiğini, kreşe giden bir çocuk kadar bile gerçek bilgiye ulaşamadıklarını anlatamazsın. 
Bu mitolojik bilgiler karşısında "Bunlar ne kadar mal yaa" diye kıs kıs gülen gelenekçi din anlayışının yedek oyuncusu, senin dinin de bu mitolojik hikayelerle insanların arasında dolaşıyor, farkına varmayacak mısın? Kuran Müslümanıyım diye özgüvenini kibire dönüştüren Selinsu, hayatın bu hurafelerle dolu. Buraya kadar anlattıklarım komedi ve geçmişteki insanların buna kolay bir şekilde inanması sana ilginç mi geldi ilahiyatçı? Saçma bulduğun bu mistik efsaneler kitaplarının her satırını süslüyor lan.
  
Buna benzer mitolojik olayları anlatmaya hevesli, takva elbisesine bürünen birçok hoca türedi. Ben şirkin ne olduğunu bilmiyordum hacı.Senin önerdiğin hocalardan öğrendim. Bak bu hocalar işi nereye kadar sürükledi bi dinle;
Bayram Ali dediğin o hoca; "Otururken Muhammed Mustafa, kalkarken Muhammed Mustafa, yatarken Muhammed Mustafa, yürürken Muhammed Mustafa... Muhammed Mustafa'nın benzetilebileceği hiçbir canlı yoktur. Muhammed Mustafa eşittir Allah!" diyor.
La dinlerken elim ayağım titriyor benim, kanım donuyor. Sen hala nasıl bunu normal karşılıyorsun? Siz hangi kitapların okurlarısınız olum? Kuran'dan başka gerçeği açıklayacak neyiniz var lan sizin? Kendinize gelmeyecek misiniz?

De ki: "Ben sadece sizin gibi bir insanım. Ancak şu farkla ki bana "sizin ilahınız tek İlahtır" diye vahyediliyor. Kehf, 110

ayetiyle Peygamber ile insanların arasını denkleştiriyor. Oysa siz Allah ile Muhammed Peygamberi eşitlemeye kalkışıyorsunuz. Bu neyin çabası olum? Hangi denklemle işlem yapıyorsunuz siz?

Şu bir gerçek ki, Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez, bunun dışında kalanı/bundan az olanı dilediği kişi için affeder. Allah'a şirk koşan, gerçekten büyük bir günah işlemiştir. Nisa, 48
Şimdi bu ayet üzerinde bir düşünelim. Siz hangi durumlarda arkadaşınızı affetmezsiniz? Size yapacağı en çirkin, en kötü ve en hoşlanmadık hareketlerinden dolayı affetmezsiniz di mi? Özür dileyinceye kadar yüzünü görmek istemezsiniz belki de. Peki Allah'ın affedemeyeceği suç olan şirki işlemek O'na karşı yapılan en çirkin, en kötü ve en hoşlanmadık hareket değil mi? Bu şirke bulaştığımız sürece hangi duamız kabul olur? Tövbe etmedikten sonra  hangi yakarışımıza cevap bulabiliriz? Bize şirki en iyi anlatan Kuran'dır. Sonra? Deli misin azizim! sonrası yok. Biz hocaların şirki iyi kavrayıp insanları aydınlattığını sandığımız sürece bir ayağımız çukurda olacak.

Görünmeyen imparatorluk, kafirler kadar Müslümanları da etkisi altına almış şirkin gizli egemenliğidir. Sabahın erken saatlerinden başlayarak gecenin geç saatlerine kadar bu suç farkında olmadan işlenmekte, bir hayat tarzı haline getirilmektedir. Eşyaya olan sevgi sahiplik duygusunu köreltmekte ve kısa zamanda şirke neden olmaktadır. Hocalar mutlak doğru sanılmakta, onu dinleyen halk kitlesi doğru-yanlış her bilgiyi dinin kaynağı görerek amel etmektedir. Geçmişte yaşayan ve birkaç dini kitap yazdı diye alim elbisesi giydirilen insanların kitapları çoğaltılmakta, Kuran'dan sonra en sahih eserler olarak rafları doldurmaktadır. Taklitçilik, İslam'ın takip edilmesi gereken bir yöntem olarak sunulmakta, "sorgulama" gibi büyük bir eylem devre dışı bırakılmaktadır.
Buraya kadar anlattıklarımızla bir şeyleri ortaya koymaya çalıştım.. "Dinle ilgilenmeyi hocalara bırak, sen başka işlerle uğraş" demelerini izin verme moruk. Bu din birilerinin tekeli değil, Allah'ın hediyesidir. "Sen önce başını ört, ondan sonra din hakkında konuş" demelerine de izin verme kardeşim. Gerekirse pembe mutfak terliğiyle  ağzına vur. "nesh, muhkem-müteşabih, cerh, tadil, tefsir, İslam tarihi, tasavvuf ve hadis bilmeden Kuran anlaşılmaz" gibi kavramlarla seni korkutmalarına da izin verme hacı.

Bugün Müslüman görünen bir ilahiyatçı, atalarının dinini savunmak adına Hz.Muhammed'in karşısında yer alıp ebu cehil'in safına geçerdi. Bunlar örümcek olsa Peygamberin sığındığı mağaraya ağ örmezler, emin ol...

Sana tek bir sorum var;

- Sebeb-i nüzulum olur musun?

6 Eylül 2013 Cuma

Yalnızlık

Selam azizim,
   Zaman geçer ve seninle büyüyen tek şey derdin olur. O geçmişte yaşadığın mutluluk bir özlem çukuruna düşer; ararsın ama bir türlü bulamazsın. Geleceği de bir umut yıldızına dönüştürürsün; uzatırsın ellerini ama dokunamazsın. Öyle yapayalnız kalırsın kendi başına. Kimileri çığlık atar, kimileri ağlar, kimileri kızar, kimileri duvarı yumruklar. Kimileri ise gider en kötüsünü yapar benim gibi; Sessiz kalır.
  Artık sözcüklerin dile gelmesini istersin. Biri çıkar yalnızlıkla ilgili bir kaç tespit yapar; “aa evet lan! beni anlatıyor” dersin, tatmin olursun. Sen onu kelimeye dönüştürememiştin zira. Şimdi ise ismi konulmuştur o hissin. 
 
 Peki ya içine düştüğün yalnızlığı anlatan hiçbir kelime yoksa! Sözcüklerin bunu ifade etmeye gücü yetmiyorsa! N’aparsın? Daha beter olursun.
      Hissettiremezsin yalnızlığını... Paylaşılmayan tek şeydir belki de. Arkadaşlarının yanında şen-şakrak olursun, anıra anıra gülersin. Birkaç espri yaparsın; "hehe çok komiksin lan" tepkisine maruz kalırsın. Çok ağır gelir sana o kelime, anlayamazlar. Güler geçersin. Zira bilmezler yalnızlığını örtbas etmeye çalıştığını. Anlatırsan; "İş sandığın gibi değil birader" deyip söze başlarlar ve daha çok nefret edersin ondan. Kelimeleri tiksindirir seni. Tahammül edemezsin yüzeysel samimiyetine.
     Çift kişilikli olursun zamanla. Bir taraftan fırlama bir çocuk, diğer taraftan küçük emrah gibi örümceğe dönüşen bir canlı türü.
     Bu hayatta güçlü olmak o kadar önemli değilmiş hacı. Önemli olan kendini güçlü hissetmekmiş. Öyle hissediyorsun bir süreliğine. Ama o yalnızlık  yaklaştı mı ,acizlik sarıyor bedenini bir migren gibi. Basit bir şey bile korkularını harekete geçirir oluyor. Evcil köpeklerden korkmaya başlarsın. "Koskoca adamsın" derler, cevap veremezsin. John Coffey  olursun.
 
"Lütfen patron, o şeyi yüzüme kapatma, beni karanlıkta bırakma. Ben karanlıktan korkarım" dersin.

   Herkes bırakır. Gündüz seni bırakmayan gölgenin geceleyin yanında olmadığını görürsün. Yalnızlıkla yalnız kalırsın. Kendi yalnız kalmaz oysa. Her gün birilerini alır yanına. Kendinden bir şey eksiltmez. Aksine çoğalır, karadeliğe dönüşür; görünmez, görüneni yutar.
 Sonra arayışa geçersin. Hocaların, din adamlarının korkutucu bazen de güldürücü sohbetleri arasında Allah'ı bulmaya çalışırsın. Belki o çözer diye ümitlenirsin. Ancak o hocaların, çelişkilerle dolu argümanlarının arasına sıkıştırdıkları yüzeysel samimiyetlerini  fark edince soğursun. Sonra ateist olursun. Bağımsız olmakla özgürlüğün tadını çıkarmaya çalışırsın. Ama her şeyin senle içli dışlı olduğunu anladığında, o korkunç yalnızlığa gene düşersin. Tevrat okursun sonra. Birkaç kelime haricinde seni tatmin eden bir şeyin olmadığını görürsün. İncil'e göz atarsın, Brahmanizm'e bakarsın, Hinduizm'in kast sisteminde kalırsın, Budizm'le Nirvana'ya ulaştığını sanırsın.
    Yok yok, yalnızlıktan bir türlü kurtulamayacağını zihnine kazırsın.
   Canın sıkılır git gide. Yalnızlığın resmini çizersin ilkokul defterine. Gece 3 oldu mu, bir şeyler yazmak gelir içinden. Evin içinde kalem aramaya başlarsın, elindeki kalemi hissetmezsin bile. Yalnızlık öyle koyar adama. Aksilik bu ya, elektrikler kesilir sonra. Uyumaya çalışırsın, uyuyamazsın. Mum ışığıyla idare edersin. Kelimelerin tükenmez ama o mum tükenmeye başlar. Jöle kıvamındaki eriyen mum yağlarından bir mum yaparsın. O eriyince bi daha yaparsın. Onu sabaha yetiştirmekle geçer gecen. John Coffey olmuşsundur artık. Karanlık korkutur seni.
     Kuran'a bakmayı denersin, hocaların ve mezheplerin anlayışlarından bağımsız olarak. Açarsın ilk sayfasını, anlamazsın ne dediğini. "Cin diyor, yaratılış diyor, iblis diyor, melek diyor, sorular soruyor ama benden bir söz etmiyor" diye çıldırırsın. Yine sıkıntı basar seni, canın sıkılır. Bu sefer rastgele bir sayfayı açarsın ve şöyle bir ayet bulur seni;
Andolsun ki, senden önce de ümmetlere elçiler göndermiştik. O ümmetleri, bize yaklaşıp sığınsınlar diye zorluklar ve darlıklarla yakalamıştık. (Enam,42)
Ne? Yakınlaştırmak mı? Benim bu sıkıntılarla yalnızlığa yaklaştığımı bilmiyor musun? Her şeyden uzaklaştığımı görmüyor musun? Hem benim sıkıntımı, beni kimin üzdüğünü nerden bilebilirsin?
   Sonra başka bir sayfayı açarsın;
"Yemin olsun ki, onların söyledikleri yüzünden senin göğsünün daraldığını biliyoruz." (Hicr, 97)
  Bilmek mi? Ama bu bir şeyi ifade etmiyor ki. Ben çare istiyorum. Kendi derdim yetmiyormuş gibi bir de bu dünyanın kasvetli haline sabrediyorum. Nasıl bir sabır ki faydasız, boş ve anlamsız geliyor. Ben bittikçe bitiyorum.
  Tanrı'yla tartıştığının farkında bile olmuyorsun.
  Sonra başka bir sayfayı daha açarsın;
 "Ey iman edenler, sabırla ve namazla yardım dileyin. Gerçekten Allah, sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 153)
   Yardım dilemeye başlarsın. Samimiyetin, O'nu sana yaklaştırır ve sen de O'na yaklaştığını bilirsin. Kelimelere ihtiyacın olmaz, derdini anlatabilmek için. Artık bizim Temel gibi olursun; ''Allahum sen konuyi biliyisun bağa yardum et'' dersin.
   Sabah namazına kalkarsın. Tam da tabiatın canlanmaya başlayıp, neşe ve huzurun en üst seviyeye ulaştığı anı fark edersin. Kıyamda tüm bu yalnızlığa başkaldırdığını anlarsın. Rüku edersin ve secdede bütünleşirsin. Mutluluğun, huzurun ve coşkunun katlanarak büyür. Akşam namazı, içe dönüklüğün, dinlence vaktinin ve günün verdiği sıkıntılardan kurtulmanın ilacı gibi gelir.
    Arayışın namazda son bulduğunu bilirsin zamanla.
 
Yoga, meditasyon ve shirodhara bunun bir tezahürü değil mi? Sabahın erken saatlerinde kalkan insanların "güneşe selam" diyerek başladığı jimnastikleri, bir namaz arayışı içinde olduklarını göstermez mi?
   Elbette gösterir. Ancak gerçek mutluluğa ve kurtuluşa namazla vesile olabileceklerini bilmezler.