Bu bloğu, bir köşe yazarı edasıyla "söylenmesi gereken şeyleri söylemek" için açmadım. İçimden ne geliyorsa onu yazıyorum hacı. Yazıyorum, çünkü toplum içinde bunları konuşamıyorum. Yalnız kalsam bile bu böyle. Ya yeteneklerimi kaybetmeye başlıyorum yavaştan, ya da başka bir şey var bu işin içinde. Kelimelerim sese dönüşmüyor anasını satayım. Çenemin yemek-içmekten başka bir fonksiyonu yok inan bana.
Tüm isyanımı buraya kusarken biraz olsun kendime geliyorum. Dert kabına dönüştürücem bu bloğu, haberin yok. Sırf sen okuyasın diye yazmadığımı anla istiyorum. Hani ben yıllarca A4 kağıdına yazılar yazıp kitapların arasına sıkıştırdım. Ama o arada ruhum da sıkıştı.
Ben bu hayatta çok iyi rol yaptım. Dertlerimi öyle bir sıkıştırdım ki yüreğime, her gülümsediğimde beni mutlu sandılar. İlkokuldan kalma bir tecrübem vardı. O yıllarda tiyatro etkinliği olduğunda listenin başına beni yazarlardı. Veliler bile yıl sonu müsamerelerinde kendi çocuklarını değil de beni izlemeye gelirlerdi.
Ben çok iyi rol yapardım moruk.
Rol gereği bazen selvi ağacı olup insanların yapraklarıma yazdıkları dileklerini gerçekleştirirdim. Bazen de "dede" olup öğüt dağıtır, teselli verirdim. Noel baba gibi hediye dağıtacak, oyuncak verecek bir zenginliğim yoktu.
Son sınıfta, hem etkinliklerde görev alıyor hem de en iyi liseye gitmek için sınavlara hazırlanıyordum. Sınavın ismini unuttum şimdi. KGS miydi, LGS miydi ne! Her neyse işte.
Yine bir gün deneme sınavından çıkıp koşa koşa eve gittim. Terler şakaklarımdan damlıyordu. Ama ben buzdolabındaki soğuk su şişesini kafaya diktim. Acele ediyordum o gün. Yarın tiyatrom vardı çünkü. Sahneye çıkıcaktım. Yemeğimi çabucak yedim. Gücünü kuru fasulyeden alan Gazman'ı seyrettim. Çok hoşuma giden bir karakterdi. Süpermen gibi nedensiz bir gücü yoktu en azından. Daha gerçekçiydi. Neyse, o sırada çayımı da içip tepsiyi mutfağın orta yerine bıraktım. Piyesleri ezberlemeye koyulurken zili çalan babamın eve girmesiyle kanepeye uzanması bir oldu.
- Hanım, ruhuma nüfuz eden derin bir yorgunluk var, dedi.
Annem pek aldırış etmedi. "Bir soda iç geçer" demeye kalmadan babam uyuya kalmıştı. Onları rahatsız etmemek adına balkona geçtim. Piyeslerimi naralar atarak, nutuklar çekerek ezberlemeye çalıştım.
Gece 1,5'a doğru geliyordu. Birden mutfaktan bardak-çanak sesleri gelmeye başladı. Sesin geldiği tarafa gittiğimde babamı, suratı ve saçları çaya boyanmış, hareketsiz bir halde mutfağın ortasında buldum. 42 senedir yıkılmayan bir adamı, milimetrenin bilmem kaçta kaçı hacmine sahip bir beyin damarının kopması yıkmıştı. Anlayacağın beyin kanaması geçirmişti babam. O an ayakta durmaya çalıştım duvarlara tutunarak. Titreyen ellerimle banyoya sürükledim sonra. Yorgunluktan elbisesini bile çıkartamamış adamın üzerine kovalarla soğuk su boşaltıyordum. Neden böyle bir şey yaptığımı da bilmiyordum. Belki kendine gelir diye umuyordum. O ise hayattan ümidini kesip sürekli şehadet getiriyordu. Bilinçle bilinçsizlik arasında gidip geliyordu. "Oğlum, buraya kadar" diyordu. O halde bile ince düşünceye sahipti lan. "Ölüyorum" bile diyemiyordu.
Beyin Tomografisi
Islak elbiselerini üzerinden çıkartıp eşofman giydirdik annemle. Sol tarafı tutmuyordu. Aşağıdaki daireden gelen birkaç komşunun yardımıyla arabaya bindirdik. Onlar Haseki Hastanesinin yolunu tutarken annem bana; "Sakın okulunu ihmal etme, yarın erkenden git." diye tembihledi.
O sabah okula gittim. Tiyatro sahnesinde yine o lanet olası "dede" rolünü oynadım. İnsanlara öğüt dağıttım, teselli verdim. Oysa teselliye en muhtaç olan bendim. Kimse bilmiyordu bunu. Çünkü ben çok iyi rol yapardım. Her perde kapandığında sahnenin arkasına geçip hüngür hüngür ağlıyordum. Onlar beni duymuyordu. Kahkahaları arasında kayboluyordu hıçkırıklarım. En aşağılık rol benimdi. Nasıl bir çıkmazın içine girmiştim, anlayamıyordum.
Bu dünya müthiş bir kurgu içinde dönüyor hacı. Ve sen, sana verilen her rolü oynamak zorunda kalıyorsun. "Oynamıyorum" dediğin an dışlanıyorsun. Seni tutan bir şeyler elbette oluyordu.
Bazen buralardan uzaklaşmak istiyorum. Bağımlılıklarımdan kurtulmak istiyorum. Bıktım artık rol yapmaktan. Criss gibi doğaya bırakmak istiyorum kendimi. Ama bir türlü cesaret edemiyorum. Kelimelerim anlamsızlaşırken ben sadece cümlelerimi onunla yoğuruyorum. Ve diyorum ki;
"Özgür kalamadığını hiç düşündün mü? Seninle aynı havayı teneffüs eden insanlara bağımlısın. İşyerindeki yada okulundaki arkadaşlarına bağımlısın. Sokakta karşıdan karşıya geçerken bile trafik lambasına bağımlısın. Yeşil GEÇ, kırmızı DUR! Halbuki doğada bunlarla karşılaşman mümkün değil. Orada ne kol saatine muhtaçsın ne de PARAYA … Ne de trafik lambasına… Kariyer zırvalıkları da yok. Sadece sen varsın. Yapayalnız . Hayvanlar, çiçekler, böcekler… Her şey DOĞAL. ALLAH’ın yarattıklarıyla başbaşasın. Rol yapacağın kimse yok. Gökdelenler, kuleler yok. Sahi insanlardaki bu yükseklik tutkusu nedir? Kabına sığmamak nedir? “Benim binam 100 metre, senin ki 95 metre… Ben senden büyüğüm ” Bunun gibi komik saçma sapan replikleri eminim duymuşsundur. Bence insan hayatını sorgulamalı, tüm nedenlerini gözden geçirmeli… Bir şeyi yapıyorsa MUTLU OLMAK için yapmalı…"
Naapim! Bu da benim derdim.
Gerçekler ve rol!.. Rolleri değiştirebiliyorsunuz... Ya Gerçek? Size istediğiniz MUTLUlukları diliyorum.
YanıtlaSilSağlık ve mutluluğunuz eksilmesin.
insan böylesine bi itirafı okuduktan sonra, doğadaki doğal insan işte bu... nasıl biri ki acaba bi görsek deyip doğa arayışına çıkabiliyo...
YanıtlaSilrol yapmanın devam edebileceğini aklına bile getiremiyo.. yazıyı tüm ayrıntılarıyla
okumuş olsa bile.. ufak bi dikkatsizlik hayallerine mal olabiliyor..
umarım herkes doğal insan olmaya gerçekten dönüş yapar veya en azından oynadığı oyunları inkar etmek yerine kabullenebilir..