16 Eylül 2013 Pazartesi

Ben Bu Hayatta Hep Rol Yaptım

Bu bloğu, bir köşe yazarı edasıyla "söylenmesi gereken şeyleri söylemek" için açmadım. İçimden ne geliyorsa onu yazıyorum hacı. Yazıyorum, çünkü toplum içinde bunları konuşamıyorum. Yalnız kalsam bile bu böyle. Ya yeteneklerimi kaybetmeye başlıyorum yavaştan, ya da başka bir şey var bu işin içinde. Kelimelerim sese dönüşmüyor anasını satayım. Çenemin yemek-içmekten başka bir fonksiyonu yok inan bana.

Tüm isyanımı buraya kusarken biraz olsun kendime geliyorum. Dert kabına dönüştürücem bu bloğu, haberin yok. Sırf sen okuyasın diye yazmadığımı anla istiyorum. Hani ben yıllarca A4 kağıdına yazılar yazıp kitapların arasına sıkıştırdım. Ama o arada ruhum da sıkıştı.

Ben bu hayatta çok iyi rol yaptım. Dertlerimi öyle bir sıkıştırdım ki yüreğime, her gülümsediğimde beni mutlu sandılar. İlkokuldan kalma bir tecrübem vardı. O yıllarda tiyatro etkinliği olduğunda listenin başına beni yazarlardı. Veliler bile yıl sonu müsamerelerinde kendi çocuklarını değil de beni izlemeye gelirlerdi.

Ben çok iyi rol yapardım moruk.

Rol gereği bazen selvi ağacı olup insanların yapraklarıma yazdıkları dileklerini gerçekleştirirdim. Bazen de "dede" olup öğüt dağıtır, teselli verirdim. Noel baba gibi hediye dağıtacak, oyuncak verecek bir zenginliğim yoktu.

Son sınıfta, hem etkinliklerde görev alıyor hem de en iyi liseye gitmek için sınavlara hazırlanıyordum. Sınavın ismini unuttum şimdi. KGS miydi, LGS miydi ne! Her neyse işte.

Yine bir gün deneme sınavından çıkıp koşa koşa eve gittim. Terler şakaklarımdan damlıyordu. Ama ben buzdolabındaki soğuk su şişesini kafaya diktim. Acele ediyordum o gün.  Yarın tiyatrom vardı çünkü. Sahneye çıkıcaktım. Yemeğimi çabucak yedim. Gücünü kuru fasulyeden alan Gazman'ı seyrettim. Çok hoşuma giden bir karakterdi. Süpermen gibi nedensiz bir gücü yoktu en azından. Daha gerçekçiydi. Neyse, o sırada çayımı da içip tepsiyi mutfağın orta yerine bıraktım. Piyesleri ezberlemeye koyulurken zili çalan babamın eve girmesiyle kanepeye uzanması bir oldu.

- Hanım, ruhuma nüfuz eden derin bir yorgunluk var, dedi.

Annem pek aldırış etmedi. "Bir soda iç geçer" demeye kalmadan babam uyuya kalmıştı. Onları rahatsız etmemek adına balkona geçtim. Piyeslerimi naralar atarak, nutuklar çekerek ezberlemeye çalıştım.

Gece 1,5'a doğru geliyordu. Birden mutfaktan bardak-çanak sesleri gelmeye başladı. Sesin geldiği tarafa gittiğimde babamı, suratı ve saçları çaya boyanmış, hareketsiz bir halde mutfağın ortasında buldum. 42 senedir yıkılmayan bir adamı, milimetrenin bilmem kaçta kaçı hacmine sahip bir beyin damarının kopması yıkmıştı. Anlayacağın beyin kanaması geçirmişti babam. O an ayakta  durmaya çalıştım duvarlara tutunarak. Titreyen ellerimle banyoya sürükledim sonra. Yorgunluktan elbisesini bile çıkartamamış adamın üzerine kovalarla soğuk su boşaltıyordum. Neden böyle bir şey yaptığımı da bilmiyordum. Belki kendine gelir diye umuyordum. O ise hayattan ümidini kesip sürekli şehadet getiriyordu. Bilinçle bilinçsizlik arasında gidip geliyordu. "Oğlum, buraya kadar" diyordu. O halde bile ince düşünceye sahipti lan. "Ölüyorum" bile diyemiyordu. 

 Beyin Tomografisi

Islak elbiselerini üzerinden çıkartıp eşofman giydirdik annemle. Sol tarafı tutmuyordu. Aşağıdaki daireden gelen birkaç komşunun yardımıyla arabaya bindirdik. Onlar Haseki Hastanesinin yolunu tutarken annem bana; "Sakın okulunu ihmal etme, yarın erkenden git." diye tembihledi.

O sabah okula gittim. Tiyatro sahnesinde yine o lanet olası "dede" rolünü oynadım. İnsanlara öğüt dağıttım, teselli verdim. Oysa teselliye en muhtaç  olan bendim. Kimse bilmiyordu bunu. Çünkü ben çok iyi rol yapardım. Her perde kapandığında sahnenin arkasına geçip hüngür hüngür ağlıyordum. Onlar beni duymuyordu. Kahkahaları arasında kayboluyordu hıçkırıklarım. En aşağılık rol benimdi. Nasıl bir çıkmazın içine girmiştim, anlayamıyordum.
Bu dünya müthiş bir kurgu içinde dönüyor hacı. Ve sen, sana verilen her rolü oynamak zorunda kalıyorsun. "Oynamıyorum" dediğin an dışlanıyorsun. Seni tutan bir şeyler elbette oluyordu.

Bazen buralardan uzaklaşmak istiyorum. Bağımlılıklarımdan kurtulmak istiyorum. Bıktım artık rol yapmaktan. Criss gibi doğaya bırakmak istiyorum kendimi. Ama bir türlü cesaret edemiyorum. Kelimelerim anlamsızlaşırken ben sadece cümlelerimi onunla yoğuruyorum. Ve diyorum ki;

"Özgür kalamadığını hiç düşündün mü? Seninle aynı havayı teneffüs eden insanlara bağımlısın. İşyerindeki yada okulundaki arkadaşlarına bağımlısın. Sokakta karşıdan karşıya geçerken bile trafik lambasına bağımlısın. Yeşil GEÇ, kırmızı DUR! Halbuki doğada bunlarla karşılaşman mümkün değil. Orada ne kol saatine muhtaçsın ne de PARAYA … Ne de trafik lambasına… Kariyer zırvalıkları da yok. Sadece sen varsın. Yapayalnız . Hayvanlar, çiçekler, böcekler… Her şey DOĞAL. ALLAH’ın yarattıklarıyla başbaşasın. Rol yapacağın kimse yok. Gökdelenler, kuleler yok. Sahi insanlardaki bu yükseklik tutkusu nedir? Kabına sığmamak nedir? “Benim binam 100 metre, senin ki 95 metre… Ben senden büyüğüm ” Bunun gibi komik saçma sapan replikleri eminim duymuşsundur. Bence insan hayatını sorgulamalı, tüm nedenlerini gözden geçirmeli… Bir şeyi yapıyorsa MUTLU OLMAK için yapmalı…"


Diceksin ki, "Seninki de dert mi Alken?"

Naapim! Bu da benim derdim.

13 Eylül 2013 Cuma

Görünmeyen İmparatorluk


Selam azizim,

O kadar uzun değil, yaklaşık 4-5 aya kadar gizli örgütlerin, kötülüğü organize eden elit tabakanın foyasını 'deşifre tadında' ortaya çıkartıyordum. Yukarıdaki başlığı kullanarak bir dizi yazı yazıyor, çalıştığım şirket elemanlarından tut da mahalledeki Gülefer teyzeye kadar herkese dağıtıyordum.
Bu organize kötülüğün ancak din ile yok edilebileceğini kafama kazımıştım. Başka bir alternatif göremiyordum zira. Ama bu "din" dediğim olgu tamamen geleneksel din anlayışının bir tezahürüydü. Yani "Bir mehdi gelse de ayaklarımızı yere sağlam bassak, bir İsa çıksa da Hristiyanların canını okusak!" diye dua edecek türden bişeydi.
O sıralar yazı yazmakla, dua etmekle de yetinmiyordum. Gün geldi, hem Mehdi'nin ve İsa'nın gelişiyle ilgili hem de gizli örgütlerin ifşasıyla ilgili  1-2 video hazırlayarak youtube'a koydum. Ama ertesi gün silindi. Tabii kıllandım ben. Neyse, bir müddet sonra tekrar yükledim, tekrar silindi. Hacı, bu olaydan sonra beni bir heyecan sardı ki anlatamam. Yerimde duramıyordum. Niye mi? Niyesi var mı?. La bi düşünsene! Bir-iki  video yüklüyorsun ve bunlar ertesi gün siliniyor, kasıtlı olarak siliniyor. Eğer ben sisteme karşı bir video yapmamış olsaydım, onun yerine Yıldız Tilbe'nin kliplerini paylaşsaydım trend olmuştu şimdiden. Doğru bir şey yaptığımdan silindi ve "doğru birşey yapmak" sevindirdi beni, dolayısıyla heyecanlandırdı. Onlar için tehlike arz eden bir şeyler yapıyordum belli ki. Bunu küçük bir olay gibi görme be moruk! Facebook'ta iki resmin silinse tedirginlikten, yaşadığın evi harabeye çevirirdin biliyorum seni...
Aslında yaptığım kötü bir şey değildi, iyi bir şey de değildi. Çünkü, gizli örgütleri deşifre etmeye kalkarken diğer taraftan Kuran'da adı geçmeyen, imâ bile edilmeyen Mehdi ve Deccal kavramlarını insanlara dinin gerçeği olarak göstermekteydim. İsa Peygamberin ineceği ile ilgili açık tek bir ayet yokken çağımızın alternatifi ve kurtarıcısı olarak görmüştüm. Bu kadar önemli bir konuda açık tek bir ayet bile bulunmaması ve rivayetlere terkedilmesi çok tuhaftı. Hayır hayır, ben dinimi zanla besleyemezdim. 
Geleneksel din anlayışı bu kadar çok kahraman çıkarıyorken benim Marvel şirketini arayıp buradaki dini fantastik kahramanları ilham kaynağı olarak kullanmalarını istemem abes olmaz sanırım. Bunu birgün yapıcam hacı.


Gerçekten Allah bizden göndereceği birini beklememizi ve bununla bir umut taşımamızı mı istiyor? Eğer Peygamberimizden sonra birinin gelmesi gerektiğini kafana takmışsan, ayetlerin anlamlarını kaydırarak Mehdi'nin ve Hz.İsa'nın gelişiyle alakalı onlarca ayet önüne serebilirim. Yok eğer sen Allah'ın ayetlerini mümince anlamak istiyorsan, beklenilecek kimsenin olmadığını anlarsın. Zamanla önce kendini sonra da yakınlarını düzeltmeye başlarsın. Şöyle bir ayet var azizim;
Size ne oluyor da Allah yolunda ve "Ey Rabbimiz bizi, halkı zulme sapmış şu kentten çıkar; katından bize bir dost gönder, katından bize bir yardımcı gönder!" diye yakaran mazlum ve çaresiz erkekler, kadınlar, yavrular için savaşmıyorsunuz! Nisa, 75

Ne dedi duydun mu?

 "Ey Rabbimiz bizi, halkı zulme sapmış şu kentten çıkar; katından bize bir dost gönder, katından bize bir yardımcı gönder!"

Gönderileceği beklenen bir kişiden yardım istenmiyor burada. Gönderecek olan kişiden yani zulüm dışında kalan ve köy kahvesinde sigarasını tüttüren ihsan amcadan, meclis kürsüsünden nutuklar atan deli Bekir'den, barış ve demokrasi laflarıyla geviş getiren Şükrü efendiden, aynanın karşısında ojesini tazeleyen Kezban ergeninden, tartışma stüdyolarında ahkâm kesen Rasim avukatından yardım bekleniyor. Hiç şüphesiz yardımı gönderen ve insanları buna vesile eden Allah'tır. Oysa bugünkü Müslümanlar oturduğu yerden Mehdi'yi, İsa'yı bekler oldu. Hristiyanlarla aynı kaderi paylaşarak dua ettiler. Hz.Musa'yı bekleyenleri de görünce artık ben bu hayattan soğudum...

He bu arada unutmadan, Nisa,75 yazıp gogıla gönder "mehdi, adnan oktar, harun yahya" etiketleri cebine gelsin. Arkadaşım, insan sırtında "ben" var diye ayetlerin anlamlarını kaydırarak "Mehdi'yim" imâsında bulunur mu?
                                                           Öyle yapma huylanıyorum...
Görünmeyen imparatorluk, ne gizli örgütlerin elit tabakası ne de hükümetleri elinde bulunduran ve medyada adı sanı duyulmayan zümrelerdi. Bu başka bişeydi. Zira gizli dediğin örgütler hep vardı ve gizli olan sadece taşıdıkları sembollerdi. Kısacası kötülük gizlisiyle açığıyla ortadaydı. Buna karşı cephe alan, sağlam bir vicdana sahip iyilik olgusu da hep mevcuttu. Ama yanlış giden birşeyler vardı moruk.
Bir bakıyorsun zalim bir lider ortaya çıkıyor. Ama bu zalimi destekleyen, zulmün çarkını yüzyıllardır çevirmeye hevesli mazlumlar topluluğu oluyor. Bir bakıyorsun şeyh diye birini meydana çıkarıyorlar. Elini eteğini öpen, olmadık kerametler giydiren, adeta tapınılacak canlı bir put haline getiren, bu şirkleriyle sevap kazanmaya çalışan cahiller furyasını gündeme taşıyorlar. Bitmiyor lan bunlar, gittikçe artıyor. Bir bakıyorsun, zamanla çoğalan hırsızlara müsamaha gösteren bir halk kitlesi var. Yalancı hatipler doldurmuş televizyon ekranlarını, radyo istasyonlarını, gazete köşelerini. Ama hâlâ bunlara saygıyı ve ilgiyi eksik etmeyen lanet olası milyonlarca kalabalıklar var. Bitmiyor bitmiyor. Canlı canlı insanlar öldürülüyor ve bunları çekirdek çıtlatırken seyreden insan sürüsü dolaşıyor yeryüzünde. Ve ben bunlarla aynı havayı soluyorum. Çıldırıcam elimde değil.
Bak 3 yıl oldu televizyon izlemeyeli. Evimde öyle bir haberleşme aracı olmadığı  için göz atma şansım da olmuyor. Ancak kulağımın östaki borusunu delecek kadar acı haberlerle doluyor beynim ve ben sadece kahroluyorum. Anlıyor musun beni?
Zan üzerine yaşıyoruz moruk. Tüm kötülüklerin ana noktası da bu sanırım. Zan yüzünden küsüyoruz. Zan yüzünden birbirimizi kırıyoruz. Zan yüzünden savaşlar çıkıyor. Zan  yüzünden farklı ideolojiler, cemaatler ve partiler oluşuyor ve birbirlerine düşman kesiliyorlar. Böyle otluyoruz hayatı...
Hatırlarsan, dedikodu da zandan ibaretti. Çekiştirmeler zannı doğuruyordu zira. Ama gel gör ki, ölü kardeşin etini yemekten tiksineceğimiz kadar zandan tiksinmedik. Zan bizi yaşatan, mutluluk veren ve ekmek getiren tek gerçeğimiz oldu. Zan bizi şirkin içinde boğdu. Ne dualarımız kabul görüyor ne de gözyaşlarımız ciddiye alınıyor şimdi.
Gel, sana ne anlatmak istediğimi tarihin surlarından bakarak kısa bir örnekle  anlatmaya çalışayım.
Yunan mitolojisinde Helious'un oğlu olan fırlama Phaeton, babasının koşu arabasını belli bir yörüngede koşturup, aynı yoldan süremeyince dünyadaki her şeyi yakıp-yıkan sonra da kendisi yıldırımlarla ölen bir veletti. Günümüzde bu hikaye her ne kadar masal ise de milattan önceki Yunan toplumunun çoğu bu tür masallara inanarak "İnsan Tanrılar"ın var olduğunu sanıyorlardı. Bunlara tapıyorlardı.  
Peki insanlar buna nasıl inanıyorlardı? Dünyanın çevresinde ve uzayda dönen  gökcisimlerinin bulunduğu mevkiden kaymaları,  büyük patlama sonucu karadeliğe dönüşmesi ve geride küçük takım yıldızları, kütlecikler bırakması dolayısıyla bunların bazen görünür olması insanları buna inandırmıştı. 
Takımyıldızı  
O dönemdeki yaşayan binlerce insan bu mitolojik olayların varlığına gerçekmiş gibi inanmış, "insan tanrıları"na koyun gibi tapmaya başlamışlardı. 

Tarih boyunca insanların çoğu, gerçek bilgiye ihtiyaç duymak yerine varolan bilgilere inanmaya ve bunlarla avunmaya yönelim göstermiştir.Günümüzden bir farkı var mı bu anlattıklarımın? Hayır, yok.  

Bu mitolojik verilerden sonra elimizde iki ibretlik veri kaldı moruk. Birincisi, zanla hiçbir yere varamayacağımız; İkincisi,  phaeton(fayton)la her yere varabileceğimiz :)
                               
Örneğin Pagan kökenli dine mevcut olan Hindistan ve Orta Asya'daki insanlar, "kuyruklu yıldızları ve yıldız kaymalarını" cadıların özel gecelerde uçtuğu, süpürge üstünde gezindiği şeklinde yorumluyorlardı. Bunun örneklerini birçok çizgi filmlerde görebilirsin.
 
Öyle ki, o dönemdeki insanlar kendi mantık çerçevelerine göre olayı açıklamaya ve insanları hikayelerle kendilerine çekmeye çalışıyorlardı. Ama daha çok onları korkutmak, etkisi altına almak ve itaat ettirmek için bunu yapıyorlardı. Bunda da çok başarılı olmuşlardı. Nitekim yıldız kaymasını, bir cadının süpürge üzerinde gezmesinden kaynaklandığını söylemek ne yıldızdan ne de yıldız kaymasından haberdar olan insanlar için inkar edilmesi mümkündü. Hele çoğunluğa inanan bir topluluk psikolojisi mevcutken bu fevkalade zordu. 

          
Kezban Potter
Bak moruk, oradan bakınca gerçeği öğrenmek çok kolay görünüyor biliyorum. İnsanlara zan içinde yaşadıklarını ve gerçeği göremediklerini kabul ettiremezsin. Çünkü lanet olası kibir tasmasını boyunlarında dolaştırmaktan zevk alırlar. Okuduğu okulların, gördüğü eğitimlerin kendilerini cahilleştirdiğini, kreşe giden bir çocuk kadar bile gerçek bilgiye ulaşamadıklarını anlatamazsın. 
Bu mitolojik bilgiler karşısında "Bunlar ne kadar mal yaa" diye kıs kıs gülen gelenekçi din anlayışının yedek oyuncusu, senin dinin de bu mitolojik hikayelerle insanların arasında dolaşıyor, farkına varmayacak mısın? Kuran Müslümanıyım diye özgüvenini kibire dönüştüren Selinsu, hayatın bu hurafelerle dolu. Buraya kadar anlattıklarım komedi ve geçmişteki insanların buna kolay bir şekilde inanması sana ilginç mi geldi ilahiyatçı? Saçma bulduğun bu mistik efsaneler kitaplarının her satırını süslüyor lan.
  
Buna benzer mitolojik olayları anlatmaya hevesli, takva elbisesine bürünen birçok hoca türedi. Ben şirkin ne olduğunu bilmiyordum hacı.Senin önerdiğin hocalardan öğrendim. Bak bu hocalar işi nereye kadar sürükledi bi dinle;
Bayram Ali dediğin o hoca; "Otururken Muhammed Mustafa, kalkarken Muhammed Mustafa, yatarken Muhammed Mustafa, yürürken Muhammed Mustafa... Muhammed Mustafa'nın benzetilebileceği hiçbir canlı yoktur. Muhammed Mustafa eşittir Allah!" diyor.
La dinlerken elim ayağım titriyor benim, kanım donuyor. Sen hala nasıl bunu normal karşılıyorsun? Siz hangi kitapların okurlarısınız olum? Kuran'dan başka gerçeği açıklayacak neyiniz var lan sizin? Kendinize gelmeyecek misiniz?

De ki: "Ben sadece sizin gibi bir insanım. Ancak şu farkla ki bana "sizin ilahınız tek İlahtır" diye vahyediliyor. Kehf, 110

ayetiyle Peygamber ile insanların arasını denkleştiriyor. Oysa siz Allah ile Muhammed Peygamberi eşitlemeye kalkışıyorsunuz. Bu neyin çabası olum? Hangi denklemle işlem yapıyorsunuz siz?

Şu bir gerçek ki, Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez, bunun dışında kalanı/bundan az olanı dilediği kişi için affeder. Allah'a şirk koşan, gerçekten büyük bir günah işlemiştir. Nisa, 48
Şimdi bu ayet üzerinde bir düşünelim. Siz hangi durumlarda arkadaşınızı affetmezsiniz? Size yapacağı en çirkin, en kötü ve en hoşlanmadık hareketlerinden dolayı affetmezsiniz di mi? Özür dileyinceye kadar yüzünü görmek istemezsiniz belki de. Peki Allah'ın affedemeyeceği suç olan şirki işlemek O'na karşı yapılan en çirkin, en kötü ve en hoşlanmadık hareket değil mi? Bu şirke bulaştığımız sürece hangi duamız kabul olur? Tövbe etmedikten sonra  hangi yakarışımıza cevap bulabiliriz? Bize şirki en iyi anlatan Kuran'dır. Sonra? Deli misin azizim! sonrası yok. Biz hocaların şirki iyi kavrayıp insanları aydınlattığını sandığımız sürece bir ayağımız çukurda olacak.

Görünmeyen imparatorluk, kafirler kadar Müslümanları da etkisi altına almış şirkin gizli egemenliğidir. Sabahın erken saatlerinden başlayarak gecenin geç saatlerine kadar bu suç farkında olmadan işlenmekte, bir hayat tarzı haline getirilmektedir. Eşyaya olan sevgi sahiplik duygusunu köreltmekte ve kısa zamanda şirke neden olmaktadır. Hocalar mutlak doğru sanılmakta, onu dinleyen halk kitlesi doğru-yanlış her bilgiyi dinin kaynağı görerek amel etmektedir. Geçmişte yaşayan ve birkaç dini kitap yazdı diye alim elbisesi giydirilen insanların kitapları çoğaltılmakta, Kuran'dan sonra en sahih eserler olarak rafları doldurmaktadır. Taklitçilik, İslam'ın takip edilmesi gereken bir yöntem olarak sunulmakta, "sorgulama" gibi büyük bir eylem devre dışı bırakılmaktadır.
Buraya kadar anlattıklarımızla bir şeyleri ortaya koymaya çalıştım.. "Dinle ilgilenmeyi hocalara bırak, sen başka işlerle uğraş" demelerini izin verme moruk. Bu din birilerinin tekeli değil, Allah'ın hediyesidir. "Sen önce başını ört, ondan sonra din hakkında konuş" demelerine de izin verme kardeşim. Gerekirse pembe mutfak terliğiyle  ağzına vur. "nesh, muhkem-müteşabih, cerh, tadil, tefsir, İslam tarihi, tasavvuf ve hadis bilmeden Kuran anlaşılmaz" gibi kavramlarla seni korkutmalarına da izin verme hacı.

Bugün Müslüman görünen bir ilahiyatçı, atalarının dinini savunmak adına Hz.Muhammed'in karşısında yer alıp ebu cehil'in safına geçerdi. Bunlar örümcek olsa Peygamberin sığındığı mağaraya ağ örmezler, emin ol...

Sana tek bir sorum var;

- Sebeb-i nüzulum olur musun?

6 Eylül 2013 Cuma

Yalnızlık

Selam azizim,
   Zaman geçer ve seninle büyüyen tek şey derdin olur. O geçmişte yaşadığın mutluluk bir özlem çukuruna düşer; ararsın ama bir türlü bulamazsın. Geleceği de bir umut yıldızına dönüştürürsün; uzatırsın ellerini ama dokunamazsın. Öyle yapayalnız kalırsın kendi başına. Kimileri çığlık atar, kimileri ağlar, kimileri kızar, kimileri duvarı yumruklar. Kimileri ise gider en kötüsünü yapar benim gibi; Sessiz kalır.
  Artık sözcüklerin dile gelmesini istersin. Biri çıkar yalnızlıkla ilgili bir kaç tespit yapar; “aa evet lan! beni anlatıyor” dersin, tatmin olursun. Sen onu kelimeye dönüştürememiştin zira. Şimdi ise ismi konulmuştur o hissin. 
 
 Peki ya içine düştüğün yalnızlığı anlatan hiçbir kelime yoksa! Sözcüklerin bunu ifade etmeye gücü yetmiyorsa! N’aparsın? Daha beter olursun.
      Hissettiremezsin yalnızlığını... Paylaşılmayan tek şeydir belki de. Arkadaşlarının yanında şen-şakrak olursun, anıra anıra gülersin. Birkaç espri yaparsın; "hehe çok komiksin lan" tepkisine maruz kalırsın. Çok ağır gelir sana o kelime, anlayamazlar. Güler geçersin. Zira bilmezler yalnızlığını örtbas etmeye çalıştığını. Anlatırsan; "İş sandığın gibi değil birader" deyip söze başlarlar ve daha çok nefret edersin ondan. Kelimeleri tiksindirir seni. Tahammül edemezsin yüzeysel samimiyetine.
     Çift kişilikli olursun zamanla. Bir taraftan fırlama bir çocuk, diğer taraftan küçük emrah gibi örümceğe dönüşen bir canlı türü.
     Bu hayatta güçlü olmak o kadar önemli değilmiş hacı. Önemli olan kendini güçlü hissetmekmiş. Öyle hissediyorsun bir süreliğine. Ama o yalnızlık  yaklaştı mı ,acizlik sarıyor bedenini bir migren gibi. Basit bir şey bile korkularını harekete geçirir oluyor. Evcil köpeklerden korkmaya başlarsın. "Koskoca adamsın" derler, cevap veremezsin. John Coffey  olursun.
 
"Lütfen patron, o şeyi yüzüme kapatma, beni karanlıkta bırakma. Ben karanlıktan korkarım" dersin.

   Herkes bırakır. Gündüz seni bırakmayan gölgenin geceleyin yanında olmadığını görürsün. Yalnızlıkla yalnız kalırsın. Kendi yalnız kalmaz oysa. Her gün birilerini alır yanına. Kendinden bir şey eksiltmez. Aksine çoğalır, karadeliğe dönüşür; görünmez, görüneni yutar.
 Sonra arayışa geçersin. Hocaların, din adamlarının korkutucu bazen de güldürücü sohbetleri arasında Allah'ı bulmaya çalışırsın. Belki o çözer diye ümitlenirsin. Ancak o hocaların, çelişkilerle dolu argümanlarının arasına sıkıştırdıkları yüzeysel samimiyetlerini  fark edince soğursun. Sonra ateist olursun. Bağımsız olmakla özgürlüğün tadını çıkarmaya çalışırsın. Ama her şeyin senle içli dışlı olduğunu anladığında, o korkunç yalnızlığa gene düşersin. Tevrat okursun sonra. Birkaç kelime haricinde seni tatmin eden bir şeyin olmadığını görürsün. İncil'e göz atarsın, Brahmanizm'e bakarsın, Hinduizm'in kast sisteminde kalırsın, Budizm'le Nirvana'ya ulaştığını sanırsın.
    Yok yok, yalnızlıktan bir türlü kurtulamayacağını zihnine kazırsın.
   Canın sıkılır git gide. Yalnızlığın resmini çizersin ilkokul defterine. Gece 3 oldu mu, bir şeyler yazmak gelir içinden. Evin içinde kalem aramaya başlarsın, elindeki kalemi hissetmezsin bile. Yalnızlık öyle koyar adama. Aksilik bu ya, elektrikler kesilir sonra. Uyumaya çalışırsın, uyuyamazsın. Mum ışığıyla idare edersin. Kelimelerin tükenmez ama o mum tükenmeye başlar. Jöle kıvamındaki eriyen mum yağlarından bir mum yaparsın. O eriyince bi daha yaparsın. Onu sabaha yetiştirmekle geçer gecen. John Coffey olmuşsundur artık. Karanlık korkutur seni.
     Kuran'a bakmayı denersin, hocaların ve mezheplerin anlayışlarından bağımsız olarak. Açarsın ilk sayfasını, anlamazsın ne dediğini. "Cin diyor, yaratılış diyor, iblis diyor, melek diyor, sorular soruyor ama benden bir söz etmiyor" diye çıldırırsın. Yine sıkıntı basar seni, canın sıkılır. Bu sefer rastgele bir sayfayı açarsın ve şöyle bir ayet bulur seni;
Andolsun ki, senden önce de ümmetlere elçiler göndermiştik. O ümmetleri, bize yaklaşıp sığınsınlar diye zorluklar ve darlıklarla yakalamıştık. (Enam,42)
Ne? Yakınlaştırmak mı? Benim bu sıkıntılarla yalnızlığa yaklaştığımı bilmiyor musun? Her şeyden uzaklaştığımı görmüyor musun? Hem benim sıkıntımı, beni kimin üzdüğünü nerden bilebilirsin?
   Sonra başka bir sayfayı açarsın;
"Yemin olsun ki, onların söyledikleri yüzünden senin göğsünün daraldığını biliyoruz." (Hicr, 97)
  Bilmek mi? Ama bu bir şeyi ifade etmiyor ki. Ben çare istiyorum. Kendi derdim yetmiyormuş gibi bir de bu dünyanın kasvetli haline sabrediyorum. Nasıl bir sabır ki faydasız, boş ve anlamsız geliyor. Ben bittikçe bitiyorum.
  Tanrı'yla tartıştığının farkında bile olmuyorsun.
  Sonra başka bir sayfayı daha açarsın;
 "Ey iman edenler, sabırla ve namazla yardım dileyin. Gerçekten Allah, sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 153)
   Yardım dilemeye başlarsın. Samimiyetin, O'nu sana yaklaştırır ve sen de O'na yaklaştığını bilirsin. Kelimelere ihtiyacın olmaz, derdini anlatabilmek için. Artık bizim Temel gibi olursun; ''Allahum sen konuyi biliyisun bağa yardum et'' dersin.
   Sabah namazına kalkarsın. Tam da tabiatın canlanmaya başlayıp, neşe ve huzurun en üst seviyeye ulaştığı anı fark edersin. Kıyamda tüm bu yalnızlığa başkaldırdığını anlarsın. Rüku edersin ve secdede bütünleşirsin. Mutluluğun, huzurun ve coşkunun katlanarak büyür. Akşam namazı, içe dönüklüğün, dinlence vaktinin ve günün verdiği sıkıntılardan kurtulmanın ilacı gibi gelir.
    Arayışın namazda son bulduğunu bilirsin zamanla.
 
Yoga, meditasyon ve shirodhara bunun bir tezahürü değil mi? Sabahın erken saatlerinde kalkan insanların "güneşe selam" diyerek başladığı jimnastikleri, bir namaz arayışı içinde olduklarını göstermez mi?
   Elbette gösterir. Ancak gerçek mutluluğa ve kurtuluşa namazla vesile olabileceklerini bilmezler.
 

27 Temmuz 2013 Cumartesi

Çoğunluk İlahımdır!

Selam azizim,
 
Yaklaşık çeyrek asırdır dünya üzerindeyim. Garipliklerle dolu bu yaşam mücadelesinde bir köşeye sıkışmış, olup bitenleri izlemek yerine olanları anlamaya çalışıyorum. Merakım ve içinde bulunduğun sıkıntılar beni gerçeğe yaklaştırma çabasında oluyormuş, zamanla anladım bunu. Ben mutluyken bir şey öğrenmedim zaten. 
    Burada samimiyetin dibine vurarak bir şeyleri izah etmeye çalışacağım. Aynı samimiyeti senden de bekliyorum. Bu konuda yanılmayacağımı umuyorum. Ben daha açıklama yapmayıp önyargının kralını yapacak olursan bu yazıyı hiç okuma! Anlamak yerine yadırgamak gibi bir çaba içindeysen biz hiç anlaşamayız zaten.
 
   Şöyle bir bakıyorum da, toplumun etkisinde çok fazla kaldığını görüyorum.(Benim daha önce etkisinde kaldığım gibi) O yüzden yazacağım şeyler hem aklının toplumdan ne kadar bağımsız olduğunu hem de Kuran'ı anlama kapasitenin topluma göre nasıl belirlendiğini gösterecek.

     Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, hangi açıdan bakarsan bak 'doğrunun' toplumun çoğunluğuna göre belirlendiğini görüyoruz. Kitle psikolojisi içinde yaşayan insanların tüm yargıları toplum tarafından kategorize edilmiş durumda. "Kutsal" dediğine kutsal, "yanlış" dediğine yanlış, "çirkin" dediğine çirkin demek zorunda bırakılıyoruz. Menfaatimizi zedeleyecek her türlü hakikatten kaçınıyoruz. Neredeyse her şeyimizi toplum belirler oldu; hem hayat koşullarımızı hem de inancımızı. Bu işi en iyi şekilde yapabilmek için dini profesyonelce kullandılar. Örneğin bu toplumun 'haramına' ters bir tavır takındığında, "deli, sapık" gibi hakaretlere maruz kalabiliyorsun. Sistem oturmuş durumda. "Ne olursan ol yine gel" ifadesinin Mevlana'ya ait olduğunu zanneden bir toplumla karşı karşıyayız. Belki bu sözün gerçekten kime ait olduğu pek önemli değildir. Ancak konu Allah’ın dini olursa, orada ayaklanırım. Benim ‘gelecek yaşamıma’ zarar veren her kuşkuyu ortadan kaldırmak için ölümü göze alırım. Allah’ın net ifadelerini çarpıtanların beynini darmadağın ederim. Hiç olmazsa o topluluktan uzaklaşırım.
     İnsanlarımızın öyle ilginç mantıkları var ki; doğru bilirsen değil, çok bilirsen itibar görüyorsun.  İçerikten çok görselliğe önem veren putperest bir beyin yapımız var. O yüzden dini, hocaların ve alimlerin dillerinden dökülen kelimelerle uygulamaya çalışıyoruz. Kaynağımız, toplumun belirlediği ve kutsallaştırdığı kişilerin söz ve davranışları oldu. Kuran’ın içeriği hiç önemsenmedi.

 

   Çoğu kimse için gerçeğin ne olduğu pek de önemli değildi. İnsan, hoşuna giden fikirlerin savunucusu oldu. Ekranlarda ağlamaklı sohbet veren yada komik hikayeler anlatan hoca, daha çok hoşumuza gitti. İlgimizi çeken onların ses ve mimikleriydi. 'Doğru' zannettikleri yanlışları içtenlikle seyircilerle paylaştılar. İster istemez inanır olduk. Çünkü o bir hocaydı. Çünkü o, çok büyük ilimler okumuştu. Bizim gibi avam tabakasından değildi.
     "Herkesin izlediğini ve takip ettiğini ben de izlemeliyim. Topluma göre hareket etmeliyim. Benim bir şey okumama gerek yok. Zaten ekranlar bilgiyle dolu." düşüncesi bu toplumun genel prensibi oldu. Başkalarının düşüncelerini 'düşüncelerimizmiş' gibi savunduk. Düşünmeye gerek yoktu çünkü. Bizim yerimize düşünenler vardı zaten. Anlamamıza gerek yoktu. Anlayanlar vardı zaten. O yüzden Kuran'ı anlamak  değil dinlemek prim yapıyordu. Dinletenlerin kanaatlerine göre İslami bir görüşümüz ortaya çıkıyordu. Masallar ve hikayeler ilgimizin odağı oldu. Kuran'daki olayları hikayesel gözlerle dinledik. Kuran’ı hakkıyla anlamayanlar 'Bahçe sahipleri' kıssasını okuya okuya bahçe sahibi oldu.
     Kalıplaşan bir islam anlayışı var. “Bu dediğin hüküm Kuran'da yok, ama ne hikmetse Tevrat ve Mezheplerde var. Allah’ın vermediği hükmü bir alim nasıl verebilir?" dediğinde, onların gözlerinde sapıklaşırsın. Okumamış cahiller "O kadar alim yanlış biliyor da sen mi doğru biliyorsun?" deyip çoğunluğa göre yargısını belirledi. Çoğunluğa inanmak Allah’a inanmanın önüne geçti, hala fark edemiyor musun? Okumuş cahiller de "nesh, muhkem-müteşabih, cerh, tadil, tefsir, İslam tarihi, tasavvuf ve hadis bilmeden bu işler öyle olmaz!" diyerek, anlaşılır olan kitabı anlaşılmaz hale getirmeye çalıştılar. Akıllarınca, Hayat kitabı olan Kuran'ı, akademik seviyeye çıkardılar. Dini kendi tekeline aldıklarının farkında değillerdi. Atalarından öğrendiği her dini prensibi topluma dayatmayı matah bir şey zannettiler.        
       "Çoğunluk ilahımdır" diyemeyen ancak her fırsatta bunu ima eden bir zümre türedi bu coğrafyada. Toplumun inancını ve yargısını ilah edinenlerden uzaklaşmamış mıydı Peygamber? O dönemden beri devam eden bu sosyolojik düşünce ve davranışlar günümüzde daha da yaygınlaşmadı mı? O dönemin putperest devriyle bugünü karşılaştırmak yanlış mı olur diyorsun? Sana göre yanlışsa, toplumun etkisinden kurtulamadığının farkına varmadın demek.
     Kafanda birçok eleştirel sorular ve tepkiler var, eminim. Ama oraya da gelicem. Derdimi anlamaya çalış istiyorum, dinle beni.

 
     Bak sana toplum neyi öğretti onu söyleyeyim.  Dedi ki;" Kuran'a abdestsiz dokunamazsın." Farkında olmadan, kısmen seni bu kitaptan mahrum ettiler. Yanlış yorumladıkları ayeti "bak temizlenenler Kuran'a dokunabilir" diyerek ikna edilmeye çalışıldın. Sustun 'eyvallah' dedin. Çünkü senin gibi avam tabakası bu Kuran'ı anlamazdı. "Nesh var, müteşabih var. Oğlum bunlar çok karışık şeyler, ilim sahibine soracaksın." dediler. Kuran dışı kaynaklardan hüküm çıkartan her hocayı kabul ettin. Hangi hocanın doğru, hangi hocanın sapık olduğunu da bunlar öğretti. Aklını kavanoza koyduğundan haberin yoktu. Beyninin turşusunu kurdular, farkında değildin. "Türkçesini okuyarak sevap kazanamazsın" dediler.  Anlamadan Arapçasını okudun, sevap kazanmaya çalıştın. Ama Allah'ın ne dediğinden habersiz yaşadın. Allah'ı da bunlar öğretti sana, Kuran dışı ilimleri de. Halbuki Kuran açık, anlaşılır ve kolaydı. Kendi beyinlerinde zorlaştırdıkları kitabı sana da 'zormuş' gibi empoze ettiler. Allah'a inanır gibi inandın bunlara. Sana "üç ihlas okursan tüm Kuran'ı hatim etmiş sevabı alırsın" diyerek uydurma hadisleri önüne serdiler. Üç ihlasla yetindin, diğer ayetleri okuma gereği bile duymadın. Hakikaten, üç ihlas okuyan tümünü hatim etmiş sevabı alıyor da, hepsini okuyan ne sevabı alıyordu? Yok, yok, seni Peygamberimize ait olmayan sözlerle kandırdılar ama fark etmedin sen.
 
    Sana daha neyi öğrettiler anlatayım, bi dinle... Senin anlamanı bilmeden arapça okuduğun o ayetler, hayatını değiştirecek cümleleri ve hayat prensiplerini içeriyordu. Ama engellendin, mahrum edildin. Bu kitabın birkaç alimin anlayacağı şekilde indirilmiş olduğunu bilinçaltına yerleştirdiler. Ulema dediğin bu insanları, avam kesiminden alıp göklere çıkarmanı istediler. Yüceliklerinden sual olunmaz, dediler. Onların himmetiyle yaşadığını ileri sürdüler. Kuran'da bildirilen Peygamber’in özelliklerinden yetinmeyenler, o güzel nebiyi başka atmosfere taşıdılar. İki cihan Peygamber'i olarak tanıttılar. Yetinmediler, "Ya Muhammed! sen olmasaydın alemi yaratmazdım" sözünü hadis diye yaydılar. Sen fark etmedin tabii... Allah’ın sevdiği bir kul ve resul olan Peygamber’i “Allah’ın sevgilisi” haline getirdiler. Hz. İsa’nın göğe yükseltilmesiyle yetinmeyip ‘oğul’ isnat edenler gibi bir yarışmaya girdiler. Allah kulunu ve resulunu severdi, kendine sevgili yapmazdı. Sevgiliye ihtiyacı yoktu Allah’ın; oğula ihtiyacı olmadığı gibi.
     Kuran'ı senin dünyandan çıkaranlar fikirlerini sana dayatmaya çalıştı. "Kuran'ı Türkçe okuma! yanlış manalar çıkarırsın. Çok tehlikelidir, aman ha!" dediler. Ne o tehlikeyi fark etmeni istediler, ne de doğrusunu bulmanı. Akıllarını diğer insanların akıllarından üstün tuttular. Ama sen fark etmedin. Tüm insanlığa gönderilen bu yüce kitabı "sadece hocaların ve alimlerin anlayabileceği" inancını yaydılar da yaydılar. "Sana birkaç zikir ve tesbihat verelim, sen onları çek, yeter" dediler. Seni bir partiye üye yapar gibi kendi cemaatlerine, tarikatlarına ve anlayışlarına üye yaptılar. Belki niyetleri iyiydi ama akıllarını şirke bulaştırdıklarının farkında değildiler.
 
    Seni birçok şeyden mahrum bıraktıklarının farkında değildin. Allah'ın tekelindeki dini kendilerine ipotek ettiler. Hiç Kuran'a başvurmadın sen. Onlara inandın. Çünkü onlar senin yerine dini anlayıp kavradığını, kategorize ettiğini ve kolaylaştırdıklarını zannediyordu. Daha kendi derdini çözemeyen hocalar, senin derdini çözmeye kalkıştı. Sana yardımcı olmaya çalıştı. Rüyasında gördüğü Peygamber'i sana anlatarak, ne kadar farklı biri olduğunu ima etti. Senin gibiler rüyasında Sibel Can'ı görüyordu çünkü. Gidip de onlara din hakkında birşeyler anlatmak, anladığın Kuran’ı paylaşmak haddin değildi. Onlara farklı bir ilim verilmişti güya. Prestijlerini, gözünde büyüttüler hissettirmeden. Peygamber’in heva ve hevesine göre konuşmadığını öğrettiler.  Ama kendilerinin heva ve hevesine göre konuştuklarını söylemediler.

   Allah'ın rızasını aramak için Ruhbanlığı uyduranlar, gereğini yerine getirmediler. Halbuki Allah onlara böyle bir oluşum içine girmelerini emretmemişti(Hadid, 27). Sence söz konusu durum bizim için de geçerli değil miydi? Allah'ı hakkıyla takdir edemeyip türeyen tarikatlar, oluşturulan cemaatler, kurulan medreseler, inşa edilen vakıflar, sistemleşen ilahi-yatlar.... Hristiyanlığa benzer bir oluşum geliştirilmedi mi? Neden bir hüküm için farklı doğrular vardı? Bir insanı öldüren tüm insanları öldürmüş gibi oluyor da neden namazı kılmayanı öldürmek helal sayılıyordu? Zina edene 100 değnek vurulması emrediliyorken(Nur,2) neden Yahudilerin ve mezheplerin görüşlerine göre taşlayarak öldürülmesine(recm) hüküm veriliyordu? Bak bana canını yediğim, ne düşündüğünü iyi biliyorum. Seni yarı yolda bırakmıcam, anlatıcam.

 
     Ateistlerin İslam dinine yapamadığı cinayeti bu görüşe sahip olanlar yaptı. Sen fark etmedin tabii. Kuran'ı elinden alanlar bu farkındalığını da köreltti. Dini bir hamur gibi yoğurup  kendi görüşlerine göre şekil veren bir ulema oklavası dolaşıyor İslam coğrafyasında asırlardır. İslam'ın saf dinini şekillendirip çarşaf dinine getirenler, ateistlerin ve din düşmanlarının eline birçok malzeme verdi. En sahih hadis dediğimiz Buhari'nin, Müslim'in, Ebu Davud'un ve Nesai'nin kitabına "Peygamber'in Hz. Aişe ile 6 yaşında iken evlendiği" yalanını koyarak bu uydurma hadisi savunmamızı istediler. Kuran'dan Hz. Peygamberin kim olduğunu öğrenemeyenler bu çıkılmaz yola girerek ‘yalanları’ doğrulamaya çalıştı. Ekşisözlük'te "Hz. Muhammed subyandı, şehvet düşkünüydü" ifadelerini nefretle kınayanlar, bunun böyle olmadığını saçma sapan görüşleriyle savunmaya çalıştılar. Oysa ilk kınanacak olanlar, bu hadisi gerçek kabul edip itibar edenlerdi.

    Geçmişte yaşamış alimlerin, şeyhlerin, evliyaların ve ulemaların yanlış yapamayacaklarını sandılar. Uydurma hadislerin Peygamber'e ait olduğunu zannedenler, kendilerine göre ayetlerin anlamlarını kaydırarak savunma kalkanı oluşturdular. Birçok hadisin Peygamber'e ait olmadığını fark edenler, ya ses çıkaramadılar ya da çıkardığı sesler kesildi. Allah'tan korkar gibi -yanlışlarını dikkate almayarak- ulemalardan korkan Müslüman kitlesi oluştu. Elbette Kurani çerçevede dini anlatmaya çalışan ve bu uğurda fedakarlık gösteren alimler de oldu. Onlara hiç bir sözüm yok. Ama bunlar çok az bir gruptu. Toplumun baskısıyla çoğu susturuldu.

    Geçmişte yaşamış Abbasiler ve Emeviler, saltanatlarını korumak ve dini kendi arzularına göre yaşamak adına birçok hadis uydurdu. Bunlar bize farkettirilmedi, Kuran’ın hükümleri diye lanse edildi. O kadar çok zannettiğimiz şeyler vardı ki; Arap gelenek ve göreneklerini dinselleştirerek bu dine takviye yaptılar. Kültürleri, dinin bir emri diye yerine getirdik. Budizm’den, hintlilerin Brahmanzim inancından birçok ritüel İslam’ın parçası durumuna geldi. Tastamam gönderilen saf dine her kültürden bir fikir giydirildi. Özü değişti ama ismi değişmedi.


    Hadisleri Kuran'a göre yorumlamamız gerekirken, Kuran'ı hadislere göre yorumladık. Kuran’da anlamadığımız noktaları eshab-ı nüzul diye birşey ortaya atarak izah etmeye çalıştık. Hem toplumun alt tabakalarında hem de toplumun akademik katmanlarında bunları vazgeçilmez bir unsur haline getirdik.

    Nuh'un, Salih'ın, Şuayb'ın, İbrahim'in Lut'un ve Peygamberimiz ile birlikte nice peygamberin saf bildiği yoldan gitmeyerek toplumun(ataların) dininden gider olduk. “Çoğunluk nereye, biz oraya” dedik. Kuran'daki ayetleri, sözde 'peygamber hadisi'  ile açıklamaya çalışanların gerçek dini kamufle ettiğini fark etmiyor musun? Kuran’ın tefsirinin yine Kuran olduğunu söylemediler mi sana? (Kıyamet,17-18-19)(Furkan,33) En güzel yorumun Allah’a ait olduğunu ayetler bildirmiyor muydu sana? Bu Kuran din için sana yetmiyor muydu? (Ankebut,51) Çoğunluğun zanlarıyla daha ne kadar yaşamayı düşünüyorsun?

 "Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler."(Enam,116)

    Allah aşkına bana söyle; "Allah'dan daha doğru sözlü kim olabilir?" (Nisa, 87) Atalarına uyan kavimlerin nasıl helaka uğratıldıkları haberi gelmedi mi sana? Biz de atalarımızın dinini sürdürüyoruz, farkında değil misin? Onlar, çarpıtılmış bir dini sana dayattıklarının farkında değildi.
   Kuran'ın etkisinde kalmayan Müslümanlar, çarpıtılmış İslam anlayışının etkisinde kalarak körü körüne savundu. Kendisine dayatılan düşüncelerin kölesi, görünmeyen hapishanelerin mahkumu oldu. Saçmaladığımı mı düşünüyorsun? Tutarsızlıklarla dolu hocaların sözlerini, alimlerin kitaplarını değil de, söylediklerimi mi garipsedin?

    Bu toplum, çelişkiye düştüğü her hadis'e “hikmet” gözüyle bakmanı istedi. Kuran’a ters olan hadisleri peygambere ait sanarak “bunda bir hikmet vardır” diyerek cevapsız bıraktılar. Ama sen farkında değildin. Oysa hikmetli olan Kur'an'dı.

   "Andolsun hikmetli Kur'an'a" (Yasin, 2)
  

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Sen Sor Kur'an Cevaplasın - Part 3




Selam azizim,

   Yazı dizimizin 3. bölümüne gelmişken anlaşılması gereken bazı hususları bildirmek zorundayım.

    Müslümanların çoğuna bakıldığında “din için Kur’an yeterlidir” görüşünün bize ait olduğunu sanmakta ve buna karşı bizimle mücadele içine girmektedir. Oysaki bu görüşün doğru olduğunu biz ayetlerle kanıtlamaya çalışmıyoruz. Tam tersine ayetler, bu görüşün doğru olduğunu kanıtlamaktadır. Hem bilinmelidir ki bu görüş Allah’a aittir ve Kuran’dan bir ayettir.

    Taklide dayalı gelenekçi İslam anlayışını savunanların içinden çıkamadığı bir başka konu ise çoğu hadislerin Peygambere ait olduğunu ‘zannetme’ yanılgısıdır. Kuran’ı yeteri kadar okuyamayan bu insanların hadislerin doğru olup olmadığını kestirebilmeleri, bu açıdan da çok zor görünüyor. Çünkü bilinçaltlarına Allah’ın ayetlerinden çok uydurulan hadisler yerleştirilmiştir.

   Bu bölümde ayetler delil gösterilerek “hadis”e uymak gerektiğini söyleyen Müslümanlara cevap vermeye çalışacağız. Örneğin; “Elçi size ne verdiyse onu alın, sizi neden alıkoyduysa ondan da sakının.”(Haşr Suresi,7) ayetine bakacağız. Ayrıca  “esbab-ı nüzul”u (ayetin iniş sebebini) gerçeğini anlamaya çalışacağız. Bununla beraber Kuran’da geçen “hikmet” kavramının sünnet/hadis olup olmadığına bakacağız. Ve son olarak Din Adamları hakkında Kuran’ın hükmünü öğreneceğiz.

  


Yine kaldığımız yerden devam ediyoruz.

55. Haşr Suresi’nde şöyle buyurulmaktadır: “Elçi size ne verdiyse onu alın, sizi neden alıkoyduysa ondan da sakının.” O halde geleneklerin ve hadis külliyatının bize öğreti olarak verdiklerini kabul etmeli, bizden yasakladıklarından kaçınmalıyız, öyle değil mi?


“Allah'ın o ülkelerin halklarından elçisine ganimet bıraktığı şeyler Allah'ın ve elçisinindir. Yani akrabalara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara verilmelidir ki zenginlerinizin arasında tekelleşmesin. Elçinin size verdiğini alın; ancak onun size vermediğinden uzak durun. Allah'ı dinleyin. Allah'ın cezalandırması çetindir. Sözü edilen o mallar, göçmen yoksullar içindir. Onlar ki, yurtlarından çıkarılıp mallarından yoksun bırakılmışlardır; Allah’tan bir lütuf ve bir hoşnutluk peşindedirler; Allah’a ve elçisine yardım ederler. İşte onlardır, özü-sözü doğru olanlar.” (59:7-8)

56. Yukarıdaki ayet açıkça ortaya koymaktadır ki “Elçi size ne verdiyse onu alın, sizi neden alıkoyduysa ondan da sakının” ifadesi peygamberin insanlar arasında yaydığı öğretileriyle ilgili değil, ganimetlerin ihtiyaç sahiplerine dağıtımıyla ilgilidir. Peki peygamberin insanlar arasında yaydığı öğretilere işaret etseydi, bu ifadeden hadisleri anlamak mümkün olmaz mıydı?


“Şüphesiz, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği gibi hükmetmen için biz sana Kitap’ı hak olarak indirdik. Hainlerin savunucusu olma.” (Nisa,105)

57. Bu ayetten de anlaşıldığı gibi öğreti olarak Kuran’a işaret ediliyor. Ancak Nisa Suresi 65. ayette belirtildiğine göre insanlar Allah’ın elçisini aralarındaki anlaşmazlıklarda hakem kabul etmedikçe ve onun kararlarına içten bir şekilde uymadıkça inanmış sayılmayacaklardır. Bu ayet de geleneksel kitapların ve hadis kitaplarının önemini vurgulamıyor mu? Ayet şu;


“Hayır, Rabbine yemin olsun ki iş, onların sandığı gibi değil. Onlar, aralarında çıkan karmaşık işlerde seni hakem yapıp verdiğin hükümle ilgili olarak, içlerinde hiçbir burukluk duymadan tam bir teslimiyete ulaşmadıkça iman etmiş olamazlar.” (Nisa,65)

58. Bu ayette insanların anlaşmazlıklarında elçiyi aralarında hakem yapmaları ve onun kararlarına tam olarak uymaları gerektiği söylenmekte. Peki elçi insanlar arasında nasıl hakemlik yapacaktır? Kendi kişisel fikri doğrultusunda mı karar verecektir?


“Sen de aralarında, Allah’ın indirdiğiyle hükmet. Onların keyiflerine uyma. Dikkat et de Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından seni uzaklaştırıp fitneye düşürmesinler. Eğer yüz çevirirlerse bil ki, Allah onları bazı günahları yüzünden belaya çarptırmak istiyor. Zaten insanların birçokları doğru yoldan iyice sapmış bulunuyorlar.” (Maide,49)

59. Elçi insanlar arasında hakemlik görevini yürütüyordu. Ancak, yukarıdaki ayetin de işaret ettiği gibi, bunu yaparken kişisel değer yargılarına ve fikirlerine göre değil Kuran’a göre hüküm veriyordu. Bunu biraz aydınlatabilir miyiz?


“Bu Kitap'ı sana yalnız şunun için indirdik: Hakkında ayrılığa düştükleri şeyi onlara iyice açıklayasın ve Kitap, iman eden bir topluluk için kılavuz ve rahmet olsun.” (Nahl,64)

60.Vahyin “vahy-i metluv”(okunan vahiy) ve  “vahy-i gayri metluv”(okunmayan vahiy) iki türlü olduğu söyleniliyor. Yani okunmayan olan bu ikinci tip vahyi, gelenek ve hadis kitaplarında bulabiliriz.


“Böylece seni, kendilerinden önce nice ümmetlerin gelip geçtiği bir ümmete gönderdik ki, sana vahiy ettiğimizi onlara okuyasın. Onlar Rahman'ı inkâr ediyorlar. De ki: O benim Rabbimdir. O'ndan başka tanrı yoktur. O'na güvendim ve dönüş sadece O'nadır.” (Rad,30)

61. Bu ayette geçen “sana vahiy ettiğimizi onlara okuyasın” ifadesi açıkça ortaya koymaktadır ki vahyin tek türü “vahy-i metluv”dur, yani okunan vahiydir. Yani ‘okunmayan vahiy’ yok mudur?


“Rabbinin Kitabı'ndan sana vahiy edileni oku. Onun kelimelerini değiştirebilecek yoktur. O'ndan başka bir sığınak da bulamazsın.” (Kehf,27)

62. Kuran’ı anlamak için “esbab-ı nüzul”u (ayetin iniş sebebini) bilmeliyiz. Çünkü bir ayetin neden ve nasıl bir tarihsel arka plan ile vahiy edildiği konusunda bilgilenmeden Kuran’ı anlayamayız.


“Yemin olsun ki, onların hikâyelerinde, aklını ve gönlünü çalıştıranlar için bir ibret vardır. Bu Kuran, uydurulacak bir hadis (söz) değildir; aksine o, kendisinden öncekileri tasdikleyici, her şeyi ayrıntılı kılıcıdır. İnanan bir topluluk için de bir kılavuz ve bir rahmettir.” (Yusuf, 111)

63. Bu ayetten Kuran’da geçmiş nesiller ve elçiler hakkında verilen tüm örnekler, tarihsel hikâye oldukları için değil, insanlara kutsal rehber oldukları ve ahlaki dersler verdikleri için indirildiğini anlıyorum. Öyleyse geçmişte yaşandığı iddia edilen tarihsel rivayetleri araştırmaya çalışıp, Allah’ın Kitap’ını bu rivayetlere tabi kılmak büyük bir hatadır.


“Şunların hiçbirine itâat etme: yemin edip duran, aşağılık, kötüleyen, söz götürüp getiren. Hayrı engelleyen, saldırgan, günahkâr. Kaba ve kötülükle damgalı. Mal ve oğullar sahibi olmuş diye… Ayetlerimiz ona okunduğunda şöyle der: ‘Daha öncekilerin masalları!’” (Kalem,10-15)

64. Kuran, bazı ayetlerinde elçinin, Kitap’ın ve “hikmet”in (yani bilgeliğin) bilgisini vermekle görevli olduğunu belirtir. Kitap ile Kuran kastedilirken, hikmet ile hadis’in kastedildiği  doğru mudur?


“İşte bunlar, Rabbinin sana vahiy ettiği hikmetlerdir. Allah ile birlikte başka ilah edinme; sonra kınanmış ve uzaklaştırılmış olarak cehenneme atılırsın.” (İsra,39)

65. Kuran bir kavram verdiği zaman onu havada bırakmaz, açıklar. Öyleyse bu ayet Kuran’ın kendisinin hikmet olduğunu göstermektedir. Hikmet, yani bilgelik, Allah’ın Kitap’ının niteliklerinden birisidir. Bunu destekleyecek başka ayet var mıdır?


“Andolsun onlara, kötülüklerini engelleyecek nice önemli haberler gelmiştir. Bu, büyük bir hikmettir. Fakat uyarılar yarar sağlamıyor.” (Kamer,4-5)

66. “Evlerinizde Allah’ın ayetlerinden ve hikmetten okunanları hatırlayın. Kuşkusuz, Allah Latîf'tir, Haberdar’dır.” (Ahzab,34) Bu ayetteki hikmetin, okunmayan vahye karşılık geldiğini ve hadis olduğunu söylemek doğru değil midir?


“Yâ. Sîn. Yemin olsun o hikmetlerle (bilgeliklerle) dolu Kuran'a ki, hiç kuşkusuz, sen, gönderilen elçilerdensin.” (Yasin,1-3)

“Elif. Lâm. Mîm. İşte sana, o hikmetlerle (bilgeliklerle) dolu Kitap'ın ayetleri. İyilik ve güzellik sergileyenlere bir merhamet ve bir kılavuz olarak.” (Lokman,1-3)

67. Bu ayetlerle kesinkes anlaşılıyor ki, ‘hikmet’ ile yalnızca Kuran’ın bir niteliği ifade edilmektedir. Peki Atalarımızın/din adamlarının bize öğrettiği dini kavramlara ve hadislere uyarsak daha doğruya ulaşamayız mı?


“Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine uyun!’ dendiğinde, ‘Hayır! Biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız.’ derler. Peki, ataları bir şeye akıl erdiremiyor, doğruya ve güzele ulaşamıyor idiyseler!” (Bakara,170)

68.  Ama Atalarımız ve din adamlarımız bu din için büyük fedakarlıklarda bulundu. Onlara uymamız daha uygun olmaz mı?


“Onlar bir toplumdu; gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da size aittir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz.” (Bakara,141)

69. Din adamları bizi Allah’ın yoluna çağırmaktadır. Onlara her açıdan tabi olmak gerekmez mi yani?


“Ey iman edenler, gerçek şu ki, Yahudi ve Hristiyan din adamlarının çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah’ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azabı müjdele.” (Tevbe,34)

70. Bu ayette Allah, Yahudi ve Hristiyan din adamlarının hatalarından bahsederek Müslümanlar’ı aynı yanlışlara düşmemeleri konusunda uyarıyor. Ama onların din konusunda yazdığı değerli çalışmaları var. Bunlara itibar edilemez mi?


“Kendi elleriyle bir kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için ‘Bu Allah katındandır’ diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü vay haline onların!” (Bakara,79)

71. Ancak din adamları, bizim için şeriat yasalarını sistematik bir şekilde kitaplarına koymuşlardır. Bu bize dini anlamamız için bir kolaylık sağladı. Her ne kadar onların bazı hükümleri Kuran’da geçmese de onların derin anlayışlarından dolayı itiraz etmemiz doğru mu?


“Yoksa onların, dinden, Allah’ın izin vermediği şeyi kendileri için yasalaştıran ortakları mı var? Kesin ayrıma ilişkin söz olmasaydı, aralarında hüküm mutlaka verilirdi. O zalimler var ya, onlar için acıklı bir azap öngörülmüştür.” (Şura,21)

72. Bunlar ne kadar ‘dindar’ olurlarsa olsunlar peşlerine düşmemiz yanlış mıdır? Kuran dışı bilgiler verse dahi yararlanmamız daha doğru olmaz mı?


“Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönlün hepsi bundan sorumlu tutulacaktır.” (İsra,36)

73. Yani hiçbir bilgiyi Allah’ın bize verdiği akıl ve duyuların süzgecinden geçirmeden kabul
etmemeliyiz, öyle mi?



“Ve: ‘Şayet kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, (şimdi) şu alevli cehennemin mahkûmları arasında olmazdık!’ diye ilave ederler.” (Mülk,10)

74. Dini liderlerimizin ve kutsal saydığımız kişilerin öğretilerini Kuran’dan onay almadan takip edersek hesap gününde ne diyeceğiz?


“Ve derler ki: ‘Rabbimiz! Biz, efendilerimize, büyüklerimize itaat ettik de bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz, onlara iki kat azap ver; onları büyük bir lanetle lanetle!’” (Ahzab,67-68)

75. Efendilerimiz ve büyüklerimiz hesap gününde bize yardımcı olmayacaklar mıdır?


“Hepsi toplu halde, Allah’ın huzuruna çıkmış olacaklar. Ezilip horlananlar, büyüklük taslayanlara diyecekler ki: ‘Biz sizin izleyicileriniz idik. Şimdi siz Allah’ın azabından bir kısmını bizden uzaklaştırabilir misiniz?’ Cevap verecekler: ‘Allah bize kılavuzluk etseydi elbette biz de size kılavuzluk ederdik. Şimdi inleyip feryat etsek de sabretsek de bir. Sığınacak hiçbir yerimiz yok.’” (İbrahim,21)

76. Görünen o ki, ataların ve taklit edilen gelenekçi dinin şimdiki Müslümanlara bir faydası
yoktur. Peki ne yapmalıyım?



“De ki, ‘Benim yolum şudur: Basiret (akıl) ile kavranabilen açık bir delille Allah’a çağırırım, aynı şekilde beni izleyenler de... Allah Yücedir, ben ortak koşan birisi değilim.’” Yusuf,108)

77. O zaman bizim atalarımızdan din adına işittiklerimizin akılla kavranması gerekiyor, değil mi?


“Yoksa sen bunların çoğunun işittiklerini, akıl ettiklerini mi sanıyorsun? Onlar hayvanlar gibidirler, hatta yolca, hayvanlardan da şaşkındırlar.” (Furkan,44)

78. Aklını işletemeyenlerin Allah katında durumu nedir?


“Çünkü hareket eden varlıkların (yaratıkların) Allah katında en kötüsü, akıllarını işletmeyen sağır-dilsizlerdir.” (Enfal,22)

79. Allah’ım bize aklımızı doğru kullanmayı nasip et ve bizi öğütlerinden mahrum etme!


“Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tövbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O yaptıklarınızı hakkıyla görür.” (Hud,112)